YAĞMURDAN SONRA ÇIKAN GÜNEŞ

Print Friendly, PDF & Email

Serap Dursun

“ Hayatta ya tozu dumana katarsın ya da tozu dumana katanların tozunu yutarsın” içinden defalarca tekrarlamıştı bu cümleyi Deniz.

Gökyüzü kara bulutlarla kaplı, hava yağmurlu, rüzgâr sert esiyordu aynı kendi içinde olduğu gibi. Biraz önce katılmış olduğu bir seminerinden çıkmıştı ve kafasından ışık hızıyla bir sürü düşünce geçerken yağan yağmura aldırmadan yavaş ve dalgın yürüyordu. Neydi bu şimdi neden o kadar dinlediği cümleler arasında buna takılmıştı. Sanki ondan bahsetmişti bu seminer. O bu cümlelerin içinde yürürken yoldan geçen bir arabanın ona sıçrattığı su ile kendine geldi. Bu duruma çok öfkelenen Deniz sırılsıklam olmuştu ve aslında öncesinde de ne kadar üşüdüğünün farkına vardı. Biraz hızlanarak biran önce eve gitmek için tekrar yola koyuldu.

Deniz uzun boylu, kahverengi saçları omzuna kadar inen ve sonbaharın renklerini anımsatan ela gözlere sahip güzel bir kadındı. Okul hayatı boyunca çalışkan bir öğrenci olmuş, üniversitede istediği ya da istediğini sandığı bölümü başarıyla bitirip mimar olmuştu. Ama iş hayatı pek istediği gibi gitmiyordu. Başladığı her işte bir sorun çıkıyor insanlarla tartışıyor karşı taraf onu anlamak istemiyor, dinlemiyordu bile işleri hep yarım bırakmak zorunda kalıyordu. Neydi sorun bir türlü çözemiyordu. Her seferinde kendini savunmak zorunda kalıyor, beceremediği ima ediliyor bu da onun kendisini yetersiz ve mutsuz hissetmesine neden oluyordu. Özel hayatı ise iş hayatından daha beter durumdaydı. Geçen ay evlenmesine bir ay kala terk edilmişti. Orada da suçlanan o olmuştu. Her ne kadar kendini savunmaya çalışsa da yine dinlenmemiş ve kaçınılmaz son olup terk edilmişti. Ne zaman bundan daha kötüsü olamaz dese daha kötüsü oluyordu. En çok da sürekli kendini birilerine karşı savunmak zorunda hissetmek canını sıkıyordu.

Eve gelmişti artık ve soğuktan titriyordu. Hemen ıslak kıyafetlerini değiştirdi kendine sıcak bir çay yaptı. Yalnız yaşıyordu bu kocaman evde. Babası emekli öğretmen, annesi ev hanımı ve Ege de küçük bir sahil kasabasında mutlu bir yaşantıları vardı. Bir abisi vardı, o da yurtdışında yaşamak istemiş, gideli yıllar olmasına rağmen iş yoğunluğundan dolayı gelememişti. Abisiyle arası çok iyiydi, ona hep destek olan abisinin artık olmaması, ayda bir ya da iki kere konuşuyor olmaları, o kısımlarda da sorunlarından bahsetmek istememesi, Deniz için işleri daha da zora sokuyordu. Kendini yalnız, yorulmuş, mutsuz ve başarısız hissediyordu. Arkadaşlarından da iyice uzaklaşmıştı. Oysaki onlarla vakit geçirmeyi çok severdi. Sürekli davet edilmesi ve gitmemesi / gidememesi artık bu davetleri iyice azaltmıştı.

Çayını içmeye devam ederken artık ısınmaya başladığını hissetti. Deniz için çok yorucu bir gün olmuştu. Sahi bu gün ne yaptım da bu kadar yoruldum acaba diye düşünmeye başladı. Sabah zaten yorgun uyanmamış mıydı? Uyandığında ilk olarak hep pencereden dışarı bakar havanın nasıl olduğunu görmek ister ve yağmur varsa o gün mutsuz olacağına o anda karar verirdi. Yağmurlu havaları hiç sevmezdi. Onu mutsuz ettiğini iddia ederdi. Bu mümkün müydü? Bir hava durumu insanın ruh halini bu kadar etkiler miydi? Ya hava güneşli olsaydı o gün Deniz mutlu mu çıkacaktı evden? Bu soru zihninde belirdiği anda düşünmekten vazgeçerdi. Ne zaman bu kadar karamsar bakmaya başlamıştı hayata? Havanın yağmurlu olduğunu gördü ve ne giyeceğini düşünmeye başladı. Elini, yüzünü yıkamak ve dişlerini fırçalamak için lavaboya gitti. Ayna da kendine baktı biraz. Otuz beş yaşına gelmişti göz çevresindeki çizgilerini fark etti ne kadar da artmıştı, sonra saçlarında olan birkaç beyaz saç takıldı gözüne. Ayna da gördüğü kendini beğenmedi yeni değildi çok uzun zamandır kendini hiç beğenmiyordu zaten. İşini bitirip odasına geri döndü. O gün olan işlerini zihninden geçirip ona göre ne giyeceğine karar vermek istedi ama rahat bir şeyler giymek istediğinin farkına vardı. Gökyüzünün karanlık renklerini anımsatan gri bir kot pantolon, siyah bir kazak aldı eline giyinmeye başladı. Sonra saçlarını taradı, ayna da çok renksiz görünen yüzünü biraz olsun değiştirmek isteyerek hafif bir makyaj yaptı. Siyah montunu giymeye karar verdi. Sonbaharın, artık iyice soğukluğunu hissettirmeye başladığını düşünerek kahverengi botlarını giydi. Peki, nereye gidiyordu? Hiç sevmediği, sürekli başarısızlıklarla boğuştuğu, kendisinin varlığı ile yokluğu belli olmayan o iş yerine. Ne mutlu olmuştu yıllar önce bu iş yerine kabul edildiği için. Böyle bir başarıyla üniversiteden mezun olan kişiyi kim kabul etmezdi ki? Övgülerle başladığı iş yerinde, şimdi onu kimse görmüyor, hatta stajyerlerle aynı işler yaptırılıyordu ona. Memnun değilse ayrılsaydı buradan. Neden kalmaya devam ediyordu ki? Düşünceleri bir kenara bırakmak istedi, bunu yapacak cesareti yoktu galiba. Sonra bu gün çok işi olduğunu hatırladı, başarısızlıklarla sonuçlanan işlerini başka birine devretmesi istenmişti.

Evden çıkıp şemsiyesini açtı ve dolmuş durağına doğru yürümeye başladı. İşe başlayalı uzun yıllar olmasına rağmen kendine araba alamamıştı. Babası ona araba almak istemiş ama bunu kabul etmemişti. Ailesine mümkün olduğunca sorunlarından bahsetmek istemezdi her şey yolundaymış gibi gösterirdi hep. Onların gözünde Deniz hep mükemmel çocuktu. Derslerinde başarılı, öğretmenlerinin övgüyle söz ettiği ailesini hep onurlandıran çocuk. Bunların hepsi doğruydu. Deniz sınavlardan hep yüksel not alırdı. Ama şimdi hayattaki sınavlardan hep kalıyordu. Çünkü okuldaki sınavların konusu ve sınırları belliydi. Hayat öyle mi? Hiçbir şeyin kesin olmadığı, konunun belli olmadığı bir sınavda Deniz nasıl başarılı olabilirdi ki? Çok karışıktı her şey.

Dolmuş durağına vardı ve bineceği dolmuş geliyordu. Gelip önünde duran dolmuşa bindi, çok kalabalıktı içerisi yağmurlu havalarda hep böyle olurdu. Oturacak yer yoktu, birçok kişi ayakta ve dip dibe bekliyorlardı. En müsait olan kısma geçti ve düşmemek için bir yere tutundu. Camda görebildiği kadarki kısımdan etrafı izlemeye başladı. Çok kötü bir hava diye geçirirdi zihninden. Ne kadar süre geçtiğinin farkına varmadan gelmişti ineceği yere. İnmek için butona bastı, dolmuş durdu kapı açıldı aşağı indi.

İş yeri dolmuştan indiği durağa çok yakındı. Bari bu konuda biraz şanslıydı. Birçok mimarın bulunduğu büyük bir şirkette çalışıyordu. Ama kendini bir türlü gösterememiş yıllardır burada olmasına rağmen ufak tefek işler dışında büyük projelerde görev alamamıştı. Bu durumlar onun kendine olan özgüvenini yok etmişti. Sürekli iş arkadaşlarının eleştirileriyle karşılaşıyor tabi onlara göre bunlar motivasyon cümleleri ve her konuşmanın sonunda “Yanlış anlamıyorsun beni değil mi?” cümlesiyle karşı karşıya kalıyordu. Onun iyiliği için konuşuyorlarsa iş arkadaşları, Deniz neden her konuşma sonrasında kendini bu kadar kötü hissediyordu.

İş yerinin kapısından içeri girdi. Şemsiyesini kapattı odasına doğru yürümeye başladı. Odasına girene kadar kimseyle karşılaşmamayı umut ederek ilerlerken Kemal Bey’in ona doğru geldiğini gördü. Kemal Bey uzun boylu, esmer, yeşil gözlü, neşeli, enerjisi yüksel sıcak bakışları olan şirketin en iyi mimarlarından biriydi. Deniz’in de patronu sayılırdı. Deniz geç mi kalmıştı acaba hemen saatine baktı. Saat henüz sekiz bile olmamıştı, bunu görmek onu rahatlattı. Kemal Bey’i severdi, herkes ona hayranlıkla bakardı. Deniz’e karşı hep stajyer muamelesi yapması onu rahatsız ederdi. Kemal bey yanına gelmişti, neşeli, enerji dolu sesiyle günaydın Denizcim nasılsın bu gün dedi ama Deniz’in cevap vermesini bile beklemeden konuşmaya devam etti. Hep öyle yapardı. Deniz de onun nasılsın sorusuna cevap vermemesi gerektiğini öğrenmişti zaten. Deniz’e bu gün katılması gereken bir seminer olduğunu onun için çok yararlı olacağını düşündüğü için gitmesi gereken kişinin olduğunu söyledi. Deniz adına çoktan karar verilmiş ona isteyip istemediği bile sorulmamıştı. O gidecekti, yerin ve saatin yazılı olduğu not kâğıdını verip Kemal Bey görüşürüz diyerek Deniz’in yanından uzaklaştı. Ne zaman böyle gereksiz şeyler olsa hep Deniz seçilirdi. İçten içe hep kızardı ama hiç itiraz edecek gücü kendinde bulamazdı.

Derin bir nefes alıp odasına girdi. Küçük bir odası vardı. Odasında masası ve üzerinde duran yapması gereken işler vardı. İşleri dışında masasında duran bir şey olması onu rahatsız ederdi. Ne bir çiçek ne bir süs eşyası koymak istemezdi. Sade, gösterişten uzak aynı Deniz gibi bir odaydı. Hava yağmurlu olunca bu oda daha da kasvetli olurdu. Montunu çıkarıp kapının yanında duran askıya astı masasına oturdu. Elindeki kâğıda bir göz attı ve seminerin saat dokuzda olduğunu gördü. Telaşa kapıldı gitmek için bir saatten az vakti vardı, gideceği yer yakın bile değildi. Hemen yerinden kalktı montunu giydi hızlı adımlarla şirketten çıkarak taksi durağına doğru yürümeye başladı. Dolmuşların olduğu tarafa yönelmedi bile, bu kadar kısa sürede gitmesi gereken yere dolmuşla gitmesi mümkün değildi. Taksi durağına vardığında birinci sıradaki taksiye binerek gideceği yeri taksiciye söyledi. Taksici ellili yaşlarında saçları beyazlamış hafif kilolu bir adamdı. Motoru çalıştırdı ve yola koyuldular. Deniz etrafı izlemeye başladı, taksici de hiç konuşmadan yola devam ediyordu. Radyo açıktı ama sesi zar zor duyulacak kadar azdı. Etrafta sonbaharın gelmesiyle sararan, dökülen yapraklar, yaprakları kızarmış ağaçlar ve tüm bu koşullara rağmen pes etmedim der gibi duran yemyeşil ağaçlar vardı. Çok güzel göründüler Deniz’in gözüne hepsi. Sabahki kadar mutsuz hissetmiyordu kendini sanki şu anda. Bu düşünceler içindeyken yarım saat geçmiş, seminerin olduğu yere gelmişti. Taksinin ücretini ödeyip teşekkür ederek indi.

Pek gösterişli olmayan, üç katlı, etrafı ağaçlarla çevrili bu bina insana kendisini huzurlu ve güvende hissettiriyordu sanki. Biraz şaşırmıştı burayı görünce Deniz. Genellikle yüksek katlı gösterişli binalarda olurdu bu tür seminerler. Ama bir yandan hoşuna da gitmişti böyle bir yer olması. Binanın kapısına doğru yürüdü, orada bekleyen görevliye seminer için geldiğini söyledi ve güler yüzlü görevli çok nazik bir şekilde Deniz’e seminer salonuna kadar eşlik etti. Deniz salona girdi çok küçüktü içerisi. Elli kişi ancak alırdı burası ama yapılışından sanırım buradaki binanın ve çevresinin içinde hiç sırıtmayacak kadar samimi yakın bir ortam gibiydi içerisi. Ondan önce gelenler olmuş yerlerine oturmuşlardı. Oturacak boşluklar azdı. Sahneye yakın olmak istemediği için, kendine arkaya yakın, ortalarda bir yer bulup oturdu. Ama çok tuhaftı burası sahneye uzak değildi ki en azından Deniz’in olmak istediği kadar değildi. Deniz’den sonra gelenlerde yerini aldıktan sonra herkes seminerin başlaması için beklemeye başladı. Işıklar karardı, sahnenin ışıkları açılmaya başladı. Sarı ışık kullanmışlardı, loş bir ortam oldu bir anda.

Sahneye uzun sayılamayacak ama kısa da olmayan, kumral, otuz beş kırk yaşları arasında olabilecek, kendinden emin duruşu olan bir adam çıktı ve herkesi selamladı. Çok farklı bir ışığı vardı bu kişinin, herkesi etkisi altına alması pek uzun sürmedi. Öncelikle kendini tanıtarak başladı. Mimarmış o da, burada olan herkes gibi ama bahsettiği şeyler binalar değildi. “Mimar ne iş yapar?” diye bir soru sordu. Oturan kişilerden sesler çıkmaya başladı. Biri yeni bina tasarlar, biri eskimiş binaları restore eder, başka biri mevcut binaları kullanmanın yeni yollarını geliştirir, diğer bir kişi de insanlara hayal ettikleri evleri sunar gibi çeşitli cevaplar geldi. Ama sanki bu adamın beklediği cevaplar bunlar değil gibi duruyordu. Bir soru daha sordu “Peki, insan kendinin mimarı olabilir mi?” beklenenden farklı ilerliyordu her şey. Beklenmeyen bu soru herkesi şaşırtmıştı, bahsettiği şey binalar değildi, konuyla ne ilgisi vardı bunun. Bir sessizlik oldu herkes merakla bekliyordu devamını. Sunumu yapan kişi tekrardan konuşmaya başladı. “Bütün hayatınızın berbat gittiğini düşünün, hiçbir şey istediğiniz gibi olmuyor, battıkça batıyorsunuz ve siz bir mimarsınız, hayatınızı binalar gibi yeniden tasarlayıp ya da restore edip değiştirmek için neler yapardınız?” Deniz pür dikkat dinlemeye başlamıştı sanki ondan bahsediyordu bu adam. Sunum yapan kişi anlatmaya devam etti ve o cümleyi kurdu “ Size iki seçenek sunuyorum, bu hayatta ya tozu dumana katarsınız ya da tozu dumana katanların tozunu yutarsınız siz hangisisiniz? Ya da hangisi olmak istersiniz? İnsan gelişen ve değişen bir varlıktır mevcut durumunuzu korumak, o durum kötü de olsa sizin için en güvenli alan gibi görünür ama tozun dumanın içinde nefes almak, yaşamak mümkün değildir. Diyeceksiniz ki yaşıyorlar, hayır onlar sadece vakit geçiriyorlar. Kendi hayatınızın mimarı olmadan, başka insanların mimarı olamazsınız. Nefes alamayan birinin zamanla hayal gücü tükenir, o ideallerle mezun olduğunuz okuldan sadece beton yığını binalar tasarlayan, hiçbir şeyden memnun olmayan, mutsuz, çevresindeki güzellikleri göremeyen insanlara dönüşürsünüz. Önce kendinizin kendi hayatınızın mimarı olun ki tozu dumana katın, sonra diğer insanların binaları ile ilgilenirsiniz ” dedi. Bir süre daha konuşmaya devam etti ama artık Deniz buradan sonrasını dinleyemiyordu. Bir süre sonra seminer bitti. Herkes şaşkınlık içinde olduğu için bittiğinin farkına varmadı, sonra bir kişi alkışlamaya başladı ve o küçücük salondan büyük bir gürültüyle alkış sesleri yükseldi. Sunumu yapan kişi selam vererek sahneden çıktı.

Deniz alkışlayamamıştı bile donup kaldı kımıldayamıyordu. Herkes ayaklandı ve salondan çıktılar. Sadece o kalmıştı içeride. Bunun farkına varana kadar kaç dakika geçti bilmiyordu. Kendine geldiğinde tek başına olduğunu gördü. Ayağa kalkıp montunu giydi. Ne yapacağını bilmiyordu. Kendini dışarı attı. Yürümek istiyordu saatlerce yürümek. Nefes alamadığını fark etti. Neden nefes alamıyordu. Bu sefer cevaptan kaçmadı. Başkalarının tozunun dumanının içinde kalmaktan nefes almayı unutmuştu. Anlatılanlar ne kadar da onun yaşamıydı. Orada bağıra bağıra bu kişi benim demek istedi ama konuşmaya çalışsa sesinin bile çıkmayacağını biliyordu. Dönüş için taksiye binmek istemediğinden yürümeye başladı, hava çok soğuktu, evi buraya uzaktı ama aldırmadı. Aldığı nefes ciğerlerini yakıyordu. Kim bilir belki de ne zamandır nefes alamadığı içindi. Kafası çok karışıktı ama artık kendisiyle yüzleşmesi gerektiğinin farkına varmıştı. O kimdi? Ne zaman bu hale gelmişti? Her şey niye bu kadar kötü gitmişti? Hepsini düşünecekti. Herkes bilir, bir şeylerin farkına vardıktan sonra geri dönüşü yoktur artık. Olmasında zaten diye düşündü. Ufacık bir kıvılcım gerekiyormuş Deniz’in de farkına varması için.

Deniz çayını içerken bütün gün olanları gözden geçirdi. Kendine karşı inanılmaz bir öfke hissetmeye başladı. Özellikle iş yerinde olan konumu için çok kızıyordu. Nasıl hepsini kabul etmişti ki? Üniversiten en iyi dereceyle mezun olduğu için alınmamış mıydı oraya. Şimdi stajyerlerle aynı işi yapıyordu. Neden iyi bir mimar olamamıştı? Güzel bir cevap belirdi zihninde, yaptığı hiçbir işte onun kendinden bir şeyler katmasına izin verilmemişti. Hep onlar ne derse öyle yapılması istenmişti. O da sesini çıkarmamıştı. Peki, ama neden? Cesareti yoktu, kolayına gelmişti böyle olması. Kimse onu zorlamıyordu. Hayatı boyunca daha ne kadar her şeyin kolayına kaçarak yaşayacaktı. Hiç mi elini taşın altına koymayacaktı. Çok mutsuzdu böyle devam edemezdi. Yaşadığının farkına varmak istiyordu artık. Okul yıllarındaki hırslı, mücadeleci Deniz’i istiyordu ve onu geri alacaktı. Bütün bu düşünceler zihnini çok yormuştu ve uykusu geldiğini fark etti. Elindeki bardağı önündeki sehpaya bıraktı. Yerinden kalkıp yatağına geçti. Odası da çok dağınıktı aynı zihninin içi gibi. Birkaç dakika geçmeden uykuya daldı.

Saat kaçtı bilmeden gözlerini açtı. Gördüğü rüya yüzünden uyanmıştı. Rüyasında loş ışıkları olan bir koridordaydı. Neresiydi burası? Koridorda zar zor yürümeye çalışırken etrafta insanlar belirmeye başladı. Gelen geçen herkes ona çarpıyordu. Sanki bu insanlar onu görmüyordu. Bu çarpmalar giderek sertleşiyordu. Bağırmağa çalışıyor ama sesi çıkmıyordu. Çok sert olan bir çarpma sonucunda kendinin yerde bulmuştu Deniz. Artık gözyaşlarına hakim olamıyordu “Yeter artık!” diye bağırarak ağlamaya başladı. Etraftaki insanlar artık onu duymaya başlamıştı, herkes durup onu izliyor ama kimse yardıma gelmiyordu. Elimden tutup biri kaldırsa ya diye geçiriyordu zihninden. Sonra göz alıcı bir ışık çıktı, Deniz hiçbir şey göremiyordu. Bu ışığın içinden ona doğru yaklaşan genç bir kadındı sanki. İyice yaklaştı ve Deniz’in yanına doğru eğildi. Önce gözyaşlarını sildi Deniz’in. Sanki çok tanıdıktı bu kadın. Deniz’in elinden tuttu ayağa kaldırdı, göz göze geldiler. Olamaz! Bu kadın bu kadın Deniz’in kendisiydi. Gözyaşlarını silip onu yerden kaldıran kişi yine kendisiydi. Sonra etrafındaki insanlara baktı. Ama bu insanlarda o’ydu. Deniz artık anlamaya başlamıştı onu yere düşürende, kaldıranda kendisiydi. Burada uyanmıştı rüyasından, saate baktı henüz daha çok erkendi. Kalktı, mutfağa gidip bir bardak su içti. Hala rüyanın etkisindeydi ama güzel bir etkiydi sanki bu, aslında bildiği ama farkına varamadığı bir gerçeği göstermiş gibiydi ona. Bardağı yerine bırakıp yatağına geri döndü, uykuya dalması çok üzün sürmedi.

Alarmın sesiyle uyandı gözlerini açtı ve tuhaf bir şekilde kendini çok iyi hissediyordu. Her sabah yaptığı gibi camın önüne geçip dışarıya baktı. O masmavi gökyüzünde parlayan güneş miydi? Sanki o sabah güneşin onun için doğduğunu hissetti. Kıyafet seçmek için dolabın önüne geçti, her zaman seçtiği siyah gri renkleri bir kenara çekti, kırmızı kazağını, mavi kotunu aldı giyinmeye başladı. Sonra aynanın karşısına geçti saçlarını topladı güzel bir makyaj yaptı. Uzun zaman sonra ayna da gördüğü kendini beğenmişti. İşe gidecekti ama bu sefer ki gidiş farklıydı. Yeni bir Deniz’in başlangıcı olarak gidecekti. Kahverengi deri ceketini ve mavi spor ayakkabılarını giydi. Evden koşar adımlarla dolmuş durağına vardı gelen dolmuşa bindi. Uzun zamandır olmayan enerjisi ve güzel gülümsemesiyle herkese günaydın dedi. Diğer insanlar da bundan etkilenip mutlu olmuşlardı sanki birçok kişi aynı gülümsemeyle cevap verdi ona. Hava, gökyüzü, güneş, ağaçlar, insanlar, köpekler, kediler ne kadar da güzeldi bu gün. Deniz dolmuştan inip, şirkete girdi, hemen odasına geçti. Eline boş bir kâğıt alıp heyecanla istifasını yazdı. O da ne çok mu hızlı karar vermişti? Hayır, aslında gerçekte olan geç bile kalmıştı. Ya yanlış yapıyorsa? Şimdiye kadar yapmıştı asıl yanlıştı. Toz duman içinde kaldığı yerde ne nefes alabilirdi artık ne de nefes almamayı kabul edebilirdi. Yazmayı bitirince Kemal Bey’in sekreterine bıraktı kâğıdı ve çantasını alıp hızlıca çıktı oradan. Bir dakika bile kalmak istemiyordu artık bu şirkette. Ne yapacaktı peki işi olmadan? Çok basitti kendi işini kurmak istiyordu, artık tozu dumana katma zamanı gelmişti, kendine güvenebilmek istiyordu. Bunun içinde bir yerden başlayacaktı. Belki umduğu gibi olmayacaktı, her şey çok zor olacaktı hatta belki daha da kötü olacaktı. Ama bu hayatta kolay olan ne vardı ki. Başkalarının tozunda boğulmaktansa kendi tozunda boğulurdu artık.

Deniz bundan sonrasında başarılı olur mu? Onu neler bekliyor? Kimse bilemez. Ama kendine faydası olmayanın kimseye faydası olamaz. Kendini mutlu edemeyen kimseyi mutlu edemez. Herkes hata yapar. Ama hata yapmaktan korkan, hiçbir zaman doğruyu yapamaz. Denemeden hangisinin sizin için en iyisi olduğunu bilemezsiniz. Unutmayın bu hayat sadece cesareti olanı sever. Kimileri sadece bu hayatta vakit geçirir, kimileri de yaşar. Sahi siz hangisi olmak istersiniz?

 

Serap DURSUN

Matematik Öğretmeni

Start typing and press Enter to search

Skip to content