TEKKENİ SEÇ (1. Bölüm)

Print Friendly, PDF & Email

Sesli Dinle

“Offf, ne zaman şu havluyu yerine asabileceğim ben?” diye yakındı küçük Mert. Her sabah askıdaki havluyu ucundan yakalayıp elini yüzünü kuruluyordu. Ama havluyu bir türlü yerine asamıyordu. Çünkü askı çok çok çok yüksekteydi ve Mert’in boyu oraya yetişmek için çok çok çok kısaydı. Arkasından gelen ablası Nur Banu bu fırsatı kaçırmadı, “yine asamadın havluyu değil mi ufaklık” diye onunla eğlendi. Mert’in yakınmalarını, Nur Banu’nun da takılmalarını duyan Murat içeriden koşarak geldi ve Mert’in yardımına yetişti. Murat Mert’in büyüğü, Nur Banu’nun ise küçüğüydü. İki eliyle Mert’i belinden kavradığı gibi askıya kadar kaldırdı ve “İşte şimdi havluyu yerine asabilirsin Minik Mert Efendi” dedi. Murat güçlü bir ağabeydi. Mert de böyle havalara uçurulmaktan büyük keyif alıyordu. Ama her uçuşun bir inişi vardı elbet. Yere inince de tekrar aynı karamsarlığa düşüyor, ne zaman büyüyeceğini düşünüp sabırsızlanıyordu.

Kahvaltı sofrası hazırlanmış, anne ve babaları yerlerini almıştı. Üç kardeş de masaya yerleşirken Minik Mert kararlı bir ifadeyle babası Efkan Bey’e döndü;

  • Baba, ben de artık spora başlamak istiyorum. Baksana ağabeyimle ablam kocaman oldular, hem güçlüler, hem sağlıklılar, hem de akıllılar. Ben hâlâ havluyu asamıyorum.

Bu durum Efkan Bey’in hoşuna gitmişti.

  • Tamam. Olur. Ama hangi spora başlayacaksın? Ağabeyin gibi güreşçi mi olmak istersin yoksa ablan gibi okçu mu?
  • Bilmem. Yani karar vermedim.
  • O zaman seninle birlikte önce ağabeyinin sonra ablanın idmanlarına gidelim. Onları seyredelim. Sen de sporunu seç. Belki de ikisini de seçmezsin de başka bir spor seçersin. O kadar çok spor dalı var ki…

Mert’in önünde önemli bir seçim vardı. Seçeceği sporda devamlı olabilmesi için çok seveceği, zevk alacağı, bıkıp usanmayacağı bir sporu seçmesi gerekiyordu. Elbette kabiliyetine göre bir spor seçerse başarılı olma şansı da daha yüksek olacaktı. Yumurtasından bir ısırık alıp, portakal suyundan bir yudum daha içtikten sonra tekrar sordu;

  • İyi ama baba, sence ben hangi spora daha kabiliyetliyimdir? Arkadaşlarla futbol oynarken beni hep kaleci yapıyorlar. Galiba pek iyi oynayamıyorum. Basketbol ve voleybol için çok kısayım. Kısa boylular hiçbir sporu yapamaz mı?
  • Elbette yaparlar, hem de bazı sporları çok iyi yapabilirler. Mesela at binen jokeyler hem çok kısa hem de çok zayıf olur. En iyi jokeyler minyon insanlardan çıkar. Ama bunu düşünmek için erken. Sen daha çok uzayacaksın ve büyüyeceksin. Şu an kısa boylu olman birkaç sene sonra da kısa olacağın anlamına gelmez. Ağabeyin ve ablan büyüme çağındalar. Sen de büyüyorsun ama henüz hızlıca büyümeye başlamadın. Başladığında göreceksin ki sen de birden bire uzayacaksın ve büyüyeceksin.
  • Pekiyi o zaman nasıl spor seçeceğim ben?
  • Merak etme. Önce biraz seni gözlemleyeceğiz, sonra sporları araştıracağız ve son olarak da bunun üzerine biraz kafa yoracağız. Böylece sana en uygun sporu bulacağız.

OKÇULAR TEKKESİ

Mert biraz rahatlamıştı. “Demek herkes için uygun bir spor var” diye düşündü. Kahvaltı bitince hep beraber, eskiyen koltuk takımlarının yerine yeni bir takım seçmek için mobilyacılara doğru yola çıktılar. Arabayla ilerlerken Nur Banu Mert’e bir tabela gösterdi;

  • Şu tabelayı görüyor musun?
  • Evet. Gördüm. Ama ne yazıyor orada?
  • Okmeydanı.
  • Okmeydanı mı? O da ne?
  • Okmeydanı buranın adı. Eskiden, çoook çok eskiden, burada bu binaların hiçbiri yokken burası kocaman bir meydanmış. Burada okçular ok atarlarmış. Ben senin gibiyken bu tabelayı görüp, buraların eski halini merak etmiş, sonra da okçu olmaya heves etmiştim. Bak şimdi şampiyon bir okçu oldum.

Nur Banu nasıl okçuluğa başladığını anlatırken arabayı park edip yürümeye başlamışlardı. Vitrinlere bakarak yürürlerken kaldırımın ortasında karşılarına kocaman bir taş sütun çıktı. İki adam boyunda dikdörtgen bir sütundu bu ve üzerinde yazılar, uç kısmında da çiçeğe benzer süslü çıkıntılar vardı. Nur Banu bunun bir nişan taşı olduğunu söyledi. Eskiden ok meydanında bulunan okçular tekkesinde ok atışları yapılıyordu. Oku en uzağa giden, o devrin en büyük okçusu oluyordu. Yani bugünkü şampiyonlar gibi. Okçunun ayağını bastığı yere bir ayak taşı, okunun düştüğü yere de bir menzil taşı ya da nişan taşı dikiliyordu. Bu taşın üzerine de o okçuyu anlatan güzel bir şiir yazılıyordu. Hem de bu şiirleri zamanın en iyi şairleri söylüyor, en iyi hattatları yazıyordu. Yani şampiyonları, bugünkü gibi bir madalya verip göndermiyorlardı. Onlar için dünya durdukça yaşayacak bir anıt bırakıyorlardı. İşte biz de bu sayede bugün bile onları hatırlıyor, ne kadar büyük okçular olduklarını biliyoruz.

“Pekiyi bu taş kimin için dikilmiş” diye sordu meraklı Mert. “Sultan 2. Mahmut” dedi Nur Banu. Sultan Mahmut’un attığı ok buraya düşmüş. Biraz daha yürüyünce başka bir nişan taşı daha gördüler. Bu defa gövdesi dört ayaklı, üst kısmı yuvarlak bir sütundu. Bu da Hacı Beşir Ağa’nın attığı okun düştüğü yeri gösteriyordu.

“Daha önce hiç dikkat etmemişim bu taşlara” dedi Mert. İstanbul’un bir çok semtinde böyle menzil taşları, nişan taşları vardı. Bazıları bahçelerde, bazıları mezarlıklarda, bazıları binaların arasında, kalmıştı. Toprağın altında kalmış, kaldırımlara gömülmüş, sadece tepesi görünenler bile vardı. Sultan 4. Murat, Sultan Abdülmecid, Sultan 2. Mahmut, Sultan 3. Selim, Bilal Ağa, Feyzi Bey gibi bir çok kemankeşin taşları İstanbul’un sokaklarını süslüyordu.

“Kemankeş mi, keman mı çalıyorlarmış, kemankeş ne demek?” dedi hemen meraklı Mert.

Herkes gülüşürken Nur Banu duruma açıklık getirdi;

  • Hayır hayır. Keman; yay demekmiş. Yayı çekip ok atana da kemankeş deniyormuş. İşte bunlar da en ünlü kemankeşler. Attıkları oklar 800 metreyi geçiyormuş.
  • 800 metre ne kadar? Çok mu uzak?
  • Hem de çok. Burdan bizim eve kadar!
  • Vay canına, demek çok güçlü insanlardı ve çok iyi okları vardı.
  • Evet, o zamanlar dünyanın en iyi silahları Türk oklarıydı. Ama kemankeşler de okları uzağa atabilmek için çok çalışıyorlardı. Bin gün boyunca ok atmadan boş yayı çekiyor, kollarını ve sırtlarını çelik gibi güçlendiriyorlardı. Hani kepaze olmak deriz ya, işte o söz buradan gelir. Günlerce kepaze denilen boş yayı gere gere çalışan okçuların haline benzettikleri için, yorulan, bitkin düşen, rezil olanlara kepaze oldu demişler. İşte böyle bir talimden geçen okçular yayın ve okun da en iyisini kullanıyorlardı. Baş parmaklarına da tetik gibi bir yüzük takıyorlardı. Zihkir denilen bu yüzüğü yaya takıp öyle kuvvetli çekiyorlardı ki bıraktıklarında ok adeta bir mermi gibi gidiyodu. Bu uzak mesafe atışlarından başka, benim yaptığım gibi hedef vurmak için yapılan atışlar da yapıyorlardı. Armut şeklinde, içi saman dolu büyük bir mindere benzeyen hedefi, uzak bir yere koyup vurmaya çalışıyorlardı. Buna puta atışı deniyordu. Bir de at üzerinde giderken, bir direğin üzerine asılan kabağı vururlardı. Buna da kabak atışı denirdi. Okçunun gücünü gösteren bir diğer atış türü de darb atışlarıydı. Bir zırhı delmek için atış yapılır, yayı kuvvetli çekebilenlerin okları kalın zırhları bile deler geçerdi.

Mert ablasının neden okçu olduğunu çok iyi anlamıştı. Nur Banu okçu atalarımıza özenmiş ve iyi bir okçu olmuştu. Hem hedefi tam isabetle vurabiliyor, hem de çok uzaklara ok atabiliyordu. Ama Mert’in anlamadığı bir şey vardı. Eski okçuların hepsi erkekti, oysa ablası kızdı. Kızlar bu işte usta olabilir miydi? Nur Banu ona Amazon kadınlarını anlattı. Çok daha eski tarihlerde bu topraklarda Amazon kadınları yaşamıştı. Bu kadınlar ülkelerini savunan savaşçı kadınlardı. Hepsi çok iyi ok atıyor, kılıç kullanıyor, at biniyorlardı. Onları gören yabancı askerler, kadınların nasıl böyle ata bindiğine, kılıç kuşanıp ok atabildiklerine şaşırıyor, onların insan olduğuna inanamıyor ve korkup kaçıyorlardı. Amazon kadınları da, bu nişan taşlarında ismi yazan kemankeşler de bizim atalarımızdı. Tarih boyunca ok bizden sorulurdu. Üstelik Peygamber Efendimiz de okçuluğu tavsiye etmişti. Uhud Savaşı’nın en zor anlarında arkadaşı Sad’dan düşmana ok atmasını istemiş ve attığı okların isabetli olması için de Allah’a dua etmişti. Attığı bine yakın okla müslümanları yenilgiden kurtaran Sad Bin Ebu Vakkas o günden sonra okçuların piri kabul edilmişti. Okçular oku atarken “Ya Hakk” diye bağırıyorlardı. Çünkü oku atan okçuydu ama hedefine vardıran Allah’tı. Okçuların kulağına fısıldanan sır Allah’ın bu sözüydü ; “Attığın zaman aslında sen atmadın, Allah attı”. Bu sırra inanarak ok atan okçular hedefi tam da ortasından vururdu.

– 0 –

Bakalım Mert başka hangi tekkeleri gezecek. Önümüzdeki ay hikayenin 2. bölümünde görüşmek üzere…

Kaynakça;

Çiftçi C. (2008) Tasavvuf Kitabı. İstanbul. Kitabevi.

Start typing and press Enter to search

Skip to content