KELOĞLAN İLE KÖTÜ HASAN

Print Friendly, PDF & Email

Bir varmış, bir yokmuş. Allahın kulu çokmuş. Çok yemesi de, çok demesi de günahmış. Vakitlerden hangi vakit bilinmez, fakir, kimi kimsesi olamayan, dul bir kadıncağızın bir Keloğlan’ı varmış.

Bizim Keloğlan, köylüye çobanlık eder; dağda bayırda davar güder, yağlı yavan, demeden kıt kanaat, anacığıyla birlikte bir kap aşım, ağrısız başım diyerek geçinir giderlermiş. Günlerden bir gün, Keloğlan sığırları güdüp geldikten sonra anası Keloğlanı çağırmış yanına, oturtmuş dizinin dibine, sırtını okşayarak.

” A benim kel oğlum, keleş oğlum. Yaşın geldi, geldi de erdi. Köydeki yaşıtlarının hepsi evlendi. Benim gibiler torun sahibi oldular, geçip köşelerine kuruldular. Ne zamandır düşünürüm, ölçer biçerim. Bir gelin getirsen. Ama düğünü hangi parayla yaparız. Yüz görümlülüğümü ne ile takarız.Seni bu yaşınana kadar babasız büyüttüm, şimdi kukumav gibi karşılıklı otururuz” demiş. Bir ah çekmiş derinden, bir of çekmiş içinden. Gözlerindem yaşlar dökülmeye başlayınca. Keloğlan iki düşünmüş, bir davranmış. “Anam anam, canım anam, lüle saçlım, pamuk yanaklım güzel anam. Hiç kendine dert etme.Yarından tezi yok, azık torbamı sırtlamayım, şehre varayım. Çalışıp kazanayım, Nasibim, kısmetlim hangi köşede ise bulup getireyim. Sen gönlünü geniş, yüregini ferah tut” demiş. Fakir anasının elini yüzünü öpmüş, koklamış.

Ertesi sabah gün ağırmadan, Keloğlanının azık torbasını doldurmuş. Keloğlan çarıklarını bağlamış, torbasını sırtına, kızılcık değneğini almış eline . Anasıyla helalleşmiş, yürümüş gitmiş. Keloğlan’ın birlkte çobanık ettiği bir çocukluk arkadaşı varmış, Gurbet ele gideceğini ona da açmış.

“Hasan arkadaşım, bu yaşa birlikte eriştik. dağda taşta beraber koyun güttük. Elde ne var, avuçta ne var. Kalk, gurbete gidelim, para kazanalım. Dönelim. analarımızın yüzlerini güldürelim, ocaklarımızı şenlendirelim demiş.

Hasan “Doğrudur, uygundur” demiş. Hasan’ın anası onun da torbasını hazırlamış. Birlikte düşmüşler yollara. Gün dikilip, öğle oluncaya kadar yürümüşler, yorulmuşlar, acıkmışlar bir dere kenarında söğüt ağacının gölgesine oturmuşlar. Hasan Keloğlana dönmüş:

“Keloğlan, keleş oğlan şehre varana kadar daha çok yolumuz var. İkimizinde ekmeği yeter de artar. Aramızda ayrılık gayrılık yok. Önce senin azığından başlayalım. Tükenince de, benimkini açarız. Ortaklaşa yeriz, varacağımız yere gideriz…” demiş. Keloğlan, kelini kaşımış, bir durmuş, iki düşünmüş razı gelmiş. Aslında Hasan Keloğlan’la arkadaşlık edermiş de ama içinden onu çekemez, ne iş olsa ters ucundan tutarmış, Keloğlanla yarşır, sinsi sinsi çekişirmiş. Keloğlan azık torbasını açmış, yiyip karınlarını doyurmuşlar. Ondan sonra da dibi görünene kadar hep Keloğlanın torbasından öğün etmişler, yürümüşler. Geceleri de bir köşeye kıvrılıp uyumuşlar. Sabahın nurundan gün devrilene kadar az gitmişler, uz gitmişler. Sonunda Keloğlan’nın azığı tükenmiş, torbasını silkelemiş, katlamış kuşağının arasına sokmuş. Acıkıp, yorulup bir köşeye oturunca Keloğlan Hasan’a dönüp

“Haydi Hasan gardaş, sabahtan beri yürüdük, acıktık. Benim torbamın dibi göründü. Sıra senin torbana geldi. Aç bakalım, anan ne azık etmiş görelim hele. Karnımızı doyuralım da, yine yolumuza koyulalım. Hasan önce duymazdan gelmiş. Keloğlan üsteleyince:

“Dur hele, biz seninle böyle sözleşmedik. Azığımı sana verip dağ başında iki elim böğrümde kalamam ben. Kurda kuşa yem olamam. Haydi bana Allahaısmarladık kal sağlıcakla…” demiş. torbasını sırtlamış, yürümüş Keloğlan şaşırıp kalmış.

“Aman Hasan gardaş, gel etme eyleme yoldaş. Beni dağ başında bir başıma koyma. Sana güvendim, azığımı paylaştım. Bu yaptığın hem kötü bir iş, hem de hainliğe gidiş…” Keloğlan ne ettisye, ne diller döktüyse dinletememiş. Hasan Keloğlana başını çevirmiş yürümüş gitmiş. Keloğlan dağ başında kalmış bir başına. Doluya koymuş almamış, boşa koymuş dolmamış. Sonunda bir köy aramaya koyulmuş. Tepelerden yel gibi, deerelerden sel gibi geçmiş. Bir harap yıkıntı yere uğramış. Meğerse burası eskiden kaplıca hamamı imiş. Karanlık çöküp, akşam olunca buraya sığınmış. Aclıktan içi kazınırken. Hamamın bir kuytu köşesine kıvrılıp uyumuş Bir süre sonra kulağına sesler gelmiş. Sanki gök gürlüyor, yer depeleniyor, seslerin yankısı duvarlara vuruyor, ortalık hop oturup hop kalkıyormuş. Keloğlan uykusundan ayıkmış, yavaş yavaş ortalığı seçmeye başlamış. Hamamın orta yerinde sofralar serilmiş. Koca koca kara kazanlar kurulmuş kaynıyor. Bir sürü uzun külahlı, kuşağı silahlı cüce ortalıkta fır dönüyor. Kimi kazan başında, kimi sofra telaşında, kimi çalgı çalıyor, kimi şıkır mıkır oynuyor. Sonunda herkes sofranın etrafına oturmuş, yemekleri kaşıklamaya başlamış. Karınları doyunaca can sohbete girişmişler. Sırayla her biri gördüklerinden, duyduklarından, okuduklarından konuşnmaya başlamışlar. İçlerinden en yaşlısı, koca kafalısı, kara kaşlısı söz almış:

“Hele beni dinleyin arkadaşlar. Bu memleketteki bütün gizli ve tılsımlı defterlerin, hazinelerin yerlerini arayıp bulmuşum. Buraya en yakın define de, arkamızdaki dağın doruğundaki koca çınarın altındadır. Çınarın altında dört köşeli kocaman bir taş vardır. Bu taşın altındaki küpün içinde altın, elmas, zümrüt doluıdur. Yalnız tılsım şudur ki, bu taşı kaldırmak, atındaki altınları almak için çınarın gölgesinin ikindi zamanı bu taşı kaplamasını beklemek lazımdır…” demiş. Dağın, ağacın, taşın yerini bir güzel tarif etmiş. Öteki cücelerde bidikleri tüm hazinelerin yerini birbirleriyle yarşırcasına, ballandıra ballandıra anlatmışlar.

Keloğlan da büzüldüğü karanlık ve kuytu köşede gözlerini belertmiş, kepçe kulaklarını sivriltmiş, külahlı cüceleri pür dikkat dinlemiş. Şafak sökülüp ortalık ağarmadan, bu cüceler, birer ikişer ortalıktan silinip yok olmuşlar. Keloğlan saklandığı kuytudan çıkmış. Cücelerin sofrada bıraktıkları ekmek, et parçalarını yemek artıklarını toplamış, karnını doyurmuş, bir yandan da azık torbasını doldurmuş, güneşle birlikte yollara revan olmuş. Harabe hamamın arkasındaki dağa tırmanmış, doruktaki çınarı, dibindeki dört köşe taşı bulmuş. İkindi vaktini beklemiş. Ağacın gölgesi taşın üzerini örtünce, dört köşe taşı kaldırmış. Çıkurun içindeki altınları, elmasları, zümrütleri bulup çıkarmış. Hepsini ceplerine, gögsüne, torbasına doldurmuş.Diğer hazineleride zamanı gelince çıkartırım demiş. Evinin köyünün yolunu tutmuş.

Biz Keloğlanı orada bırakalım. Gelelim şu hain kötü Hasan’a. Şehre varmış Çalışmış, azından çoğundan kazandığı har vurup, harman savurmuş. Adı uğursuza çıkmış, kimse ona iş vermez olmuş. Bir süre orada burada sürünmüş, sonunda köyüne dönmek zorunda kalmış. Yorgun, argın elde avuça birşey yok, sefil gelmiş bakmış ki, davullar dövülüyor, zurnalar ötüyor. Hemen sormuş ilk rastladığına “Kimin derneğidir bu”

Köylü de ona :

“Ağamızın kızıyla, yeni yetme Ahmet Ağa’nın düğünü var. Derneğin sebebi budur…” demiş. Kötü Hasan, yeni yetme Ahmet Ağa’nın kim olduğunu ilkten çıkaramamış biraz daha sorup, soruşturunca Ahmet Ağanın aslında Keloğlan olduğunu anlamış.

Kötü Hasan, davul zurna sesini takip etmiş düğün evine girmiş, oda oda dolaşıp, yeni yetme Ahmet Ağayı bulmuş. Tanınmayacak kadar bitkin, saç sakal karışmış, üstü başı dökülmüş olduğundan kendimi tanıtmış. Laf arasında Keloğlandan özür dilemiş. Eski iki yoldaş, tenhaca bir köşeye oturmuşlar. Keloğlan başından geçenleri bir bir Hasan’a anlatmış. Kötü Hasan, karnını doyurup, yeni yetme Ahmet Ağa’yı bir güzel konuşturup dinledikten sonra, ertesi sabah erkenden azık torbasını sırtlamış, yola koyulmuş. Keloğlan’la bozuşup ayrıldığı yerden dağa doğru sapmış, Hamam yıkıntısını bulmuş. Kuytu köşeye sinmiş, saatlerce beklemiş. Gece yarısını geçince bir gürültü kopmuş. Saklandığı köşeden yavaş yavaş başını uzatmış. Bir sürü uzun külahlı, kuşağı silahlı cüce ortalıkta fır dönüyor. Sonunda hepsi sofranın başına oturup karınları doyunca, başlamışlar can sohbetine. . Sırayla her biri gördüklerinden, duyduklarından, okuduklarından konuşnmaya başlamışlar. İçlerinden en yaşlısı, koca kafalısı, kara kaşlısı söz almış:

“Hele beni dinleyin, kulaklarınızı açın arkadaşlar. uzun zamandır benim bidiğim sizlere de anlattığım definenin yerini sanki elleriyle koymuşçasına açan, götüren oldu. Gördüm ki bizim tılsımlı hazinemize aç gözlünün birisi dadanmış. Şu belli ki biri bizi dinlemiş, her şeyi öğrenmiş. Altınlarımızın, mücevherlerimizin hepsi çalınmadan hemen onu bulalım.Kuytuda duran, bizi gözetleyen, dinleyen kimdir? bulalım, yakalayalım” diye bağırınca, ortalık birden karışmış. Koca başlı, kara kaşlı cüce herkesi susturmuş. “Ben buradan insan kokusu alıyorum. Hele bir koklayalım, her kuytuyu yoklayalım” deyince. cüceler hep birikte cırlak sesleriyle

Hâzım,Kâzım, neler lâzım?

Asmak lâzım, kesmek lâzım

diye bağırışıp, çağırarak her kuytu köşeye bakınca, Kötü Hasan saklandığı yerde iyice büzülüyormuş. Cüceler yoklaya yoklaya, koklaya koklaya gelmişler.Sonunda Kötü Hasan’ı saklandığı yerde tortop bir haldeyken bulmuşlar.Üstüne kümelenmişler. Cüceler, Kötü Hasana ne yaptılar bilinmez . Keloğlan köyünde yan gelmiş yatmış, anasını evinin en güzel köşenine oturtmuş. Onlar ermiş muratlarına, biz çıkalım kerevetine.

Bahar ARVASİ

Kaynakça: Keloğlan Masalları Tahir Alangu Yapı Kredi Yayınları2949 Halk Edebiyatı 1

Start typing and press Enter to search

Skip to content