PADİŞAHIN RÜYASI

Print Friendly, PDF & Email
Sesli Dinle

 

Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde ülkenin birinde kel bir oğlan varmış. Bu Keloğlan yaşlı anasıyla birlikte fakir bir köyde yaşarmış. Yaşadığı memleket pek zenginmiş ama padişahı pek cimriymiş. Cebinden iki altın çıkması gerekse fiyatı bire indirir, o verdiği altını da geri istermiş. Bir oda dolusu altın ve onca mal mülk arasında bile eli cebine gitmezmiş.

Öyle bir vakit gelmiş ki memlekete kıtlık çıkagelmiş. Ekinler bitmez, bitenler ise para etmezmiş. Halk aç açık, biçareymiş. Normal vakitlerde bile kıt kanaat geçinirken bu devirde ne yapacaklarını bilmez bir haldelermiş. Keloğlan’da bu çilesi bitmez halktan birisiymiş. Gündelik işlerde çalışır, bir gün tarlada ırgatlık yapıyorsa diğer gün tarlada hamallık yaparmış. Ancak bu kıtlıkla beraber yapacak işte bulamamaya başlamış. Halkta ne tarlaya ekecek ekin ne de pazara çıkacak metelik varmış. Eh, hal böyle olunca da ne sofraya konacak bir aş ne de sobaya atılacak bir odun bulunurmuş. Keloğlan’ın gariban anası da bu durumdan pek muzdaripmiş.

“Ah, o kel kafanı çalıştırsaydın da bir işin ucundan tutmayı öğrenseydin” dermiş. Keloğlan ne kadar dil döktüyse de yaşlı anacığına derdini anlatamamış. Ne yazık ki halkın tenceresinde aş pişmezken kötü yürekli padişah zevk-i sefa içerisindeymiş. Onun cimriliği sadece diğerlerineymiş. İş kendi zevki olunca kazanlar dolusu yemekler pişirilir, tatlıların biri gelir biri gidermiş. İpekten kaftanlar giyer ve tacını elmaslarla süslermiş. Vezirleri, ona halkın içinde bulunduğu durumu anlatmaya çalışsa da o hep kem küm eder, ne halleri varsa görsünler dermiş. Hal böyleyken halkın takati kalmamış, sabırları dolmuş taşmış Herkes bu işten pek şikayetçiymiş. Nasıl bir iş etsek de bu işten kurtulsak diye düşünürken Keloğlan’ın aklına bir fikir gelmiş. Sarayın aşçısının yardımıyla gizlice saraya girecek ve padişaha bir oyun edecekmiş. Anasının helalliğini, halkının da desteğini alarak sarayın yolunu tutmuş. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Sonunda da padişahın sarayına ulaşıvermiş. Sarayın aşçısı Şurup Ağa tarafından içeri alınıvermiş. Şurup Ağa, ona iş ve aş vermiş. Böylece Keloğlan, sarayın bir hizmetkarı gibi görünecek ve kimsenin dikkatini çekmeyecekmiş. Keloğlan, saraydaki gösterişli hayatı görünce pek şaşırmış. Kapılar altından, tabaklar yakuttan yapılıymış. Kazan kazan yapılan yemeklerin yarısı ziyan olurmuş. Padişahın giydiği kürklerin ucu bucağı yokmuş. Bu durum Keloğlan’ı daha da sinirlendirmiş.

“Biz sefalet içerisindeyken kendisi bir eli yağda bir eli balda yaşıyor” demiş. Ardından da çıkarmış takkesini, koymuş önüne ve başlamış düşünmeye. En sonunda da çıkış yolunu bulmuş. Bir gece vakti ansızın yakalamış kafasında dönüp duran tilkileri. Saraydaki muhafızlar bile ortak olmuşlar Keloğlan’ın bu oyununa. Onlar da bilirmiş ki bu zalim padişaha iyi bir ders gerekliymiş. El birliğiyle onu alt edeceklermiş. Keloğlan’ın planına göre padişaha sultanlığını unutturup sıradan bir insan olduğunu hatırlatmak gerekiyormuş. Bir gece vakti padişahın yemeğine uyku ilacı atmışlar. Kendisi kazanlar dolusu yemeği tek başına yediği için hemencecik orada uyuyuvermiş. Padişah, bebekler gibi mışıl mışıl uyurken onu tahtından indirip bir hizmetkarın odasına yatırmışlar. Üzerindeki tüm değerli eşyaları da bir güzel almışlar. Keloğlan’a da sultanın tacını takıp, onun kaftanını giyerek kuş tüyü yataklara yatmak kalmış. Keloğlan, ömrü hayatında böyle rahat bir uyku çekmemiş. Sabahın ilk ışıkları yandığında padişahın kapısını gümbür gümbür çalmışlar. Daha bir gözü açılmamış padişaha “Kalk ne duruyorsun hünkarımız hizmet bekler” demişler. Padişah sinirden köpürmüş.

“Ulan densizler, siz kendinizi ne sanıyorsunuz da bir padişaha karşı böyle konuşmaya cüret ediyorsunuz?” demiş. Ancak hizmetkarların geri adım atmaya niyeti yokmuş. Padişaha onun bir hizmetçi olduğunu ve sarayda çalıştığını söylemişler. Padişah öfkeden küplere binmiş lakin kimse onu dinlemiyormuş. “Ben sizin padişahınızım” diye sağa sola bağırıp duruyormuş.

“Hayır sen Bekir adında bir hizmetkarsın” demişler.

Günler birbirini kovalarken Bekir, bu yeni adına ve hayatına alışmaya çalışıyormuş. İlk günler kabus gibiymiş. Muhafızları bile emrine karşı geliyormuş. Daha dün tek bir isteğiyle dünyayı yerinden oynatabilecek bir sultanken bugün herkes onu görmezden geliyormuş. Birkaç gün böyle kavga dövüşle geçmiş fakat sonunda Bekir pes etmiş. “Güzel bir rüyadan uyandım herhalde” demiş. Bu kabullenişine rağmen halinden pek şikayetçiymiş. Padişah, onları tüm gün çalıştırmayı çok severmiş lakin boğazlarından iki lokmadan fazlasını geçirmezmiş. Kendisi zümrüt işlemeli kürkler giyerken onlara bir çaput bezi çok görürmüş. Bu durum Bekir’in canına tak ettirmiş. Haftalardır sarayda olmasına rağmen padişahı bir kerecik bir görmemişmiş. Fakat bir gün ona götürülen yemekleri takip ederek onu görmek istemiş. O vakte kadar Keloğlan sarayın sahibi gibiymiş. Ömrü hayatında yemediği kadar lezzetli yiyecekler yemiş, altın kadehlerde şerbetler içmiş. Gece olunca da kuş tüyü yataklara serilmiş. “Biz de şimdiye kadar kendimizi yaşıyor sanıyorduk yahu “ demiş. Bir gün akşam vakti hizmetkarlar onun yemeğini getirdiğinde birinin kapı aralığından onu gözetlediğini fark etmiş.

“Beni gizlice izleyen de kimdir? Tez orta çıksın” demiş. Yakalandığını anlayan Bekir sessizce ortaya çıkmış. Keloğlan onu karşısında görünce şaşırmış ama beklediği günün geldiğini de anlamış.

“Yaklaş bakalım, derdin nedir?” diye sormuş.

“Hünkarım” demiş Bekir ve devam etmiş “ Halk, kıt kanaat zor geçinir, saray hizmetkarlarının bile karnı tok değildir. Lakin siz altınlar içerisinde yüzersiniz. Bu bize haksızlık değil midir?” .

“Sen kimsin de boyundan büyük laflar ederek benim işime karışırsın?” demiş Keloğlan azarlarcasına.

“Ben zavallı, aciz bir kulunuzum lakin beni dinlemezseniz memleketimizin hali beter olacak” demiş.

“Onlar da çalışıp kazansalarmış canım ben ne yapabilirim?” demiş Keloğlan hınzırca.

“Efendim, ben sizin yerinizde olsam elimdekini onlarla paylaşırdım” demiş Bekir. Keloğlan gülümsemiş ve “Çekilebilirsin” demiş. Padişahın aklının başına geldiğini de cümle aleme söylemiş. O gece uyurken yine yer değiştirmişler onunla fakat Keloğlan sarayda kalmamış daha fazla. Köyüne geri dönmüş. Yarın herkes için farklı bir günmüş. Padişah ertesi sabah uyandığında şaşkınlıktan dilini yutacakmış. Yine kuş tüyü yatağında kaftanlar içerisindeymiş. Kimse birkaç haftadır olanları hatırlamıyor gibiymiş. Her şey eskisi gibiymiş fakat onun gördüklerini unutması mümkün değilmiş. İlk işi sarayın kilerini halka açmak olmuş. Aşsız ev kalmayacakmış. Ardından da altın-bakır demeden metelik saçmış. Böylece halkın kaybettiklerini onlara geri verecekmiş. En önemlisi de halka iş imkanı vermiş. Kendi arazilerini onlara açmış. El birliğiyle çalışmışlar, çalıştıkça da kazanmışlar. Asıl kıtlık insanların yüreğindeymiş. Eğer o kurak çöllere bir tohum ekebilirseniz, hasadını hep birlikte yermişsiniz.

Padişah sonunda paylaşmayı ve paylaştıkça da çoğalmayı öğrenmiş. Eh, koskoca padişah dersini alsa da, Keloğlan yaşlı anasına bunun kendi marifeti olduğunu inandıramamış. Yaşlı kadın “padişahım çok yaşa” diyor başka da bir şey diyemiyormuş. Böylelikle Keloğlan’ın marifeti yine onda saklı kalmış. Varsın kalsın. Memleket hep böyle mutluluk saçsın…

DENİZ SARGUT

Start typing and press Enter to search

Skip to content