SADECE BEN

Print Friendly, PDF & Email
Sesli Dinle

Hayaller gerçek, gerçekler yalan iken,

Çoğu şimdi, azı çok eskiden,

Birazı benden, birazı senden…

Kuş uçmaz, kervan geçmez bir çayırda yaşayan yabani atlar vardı. Uzun ve soğuk bir kıştan sonra zemherinin soğuğu kırıldı, eriyen karları toprak içti, filizler toprağı yardı; ilkbahar geldi…

İlkbaharın gelişi at sürüsü için havaların ısınmasından, toprağın çayıra ve çimene bürünmesinden çok daha fazlasıydı. Tatlı bir telaş ve heyecan demekti; sürüde peş peşe taylar doğuyordu. Hepsi birbirinden tatlı, birbirinden farklı taylar. Her biri ana kuzusu olsa da, anaları dünyaya getirdikleri kendi yavrularının üstüne titrese de, sürüdeki taylar tüm sürü tarafından sahipleniliyordu, korunuyordu. Çünkü etrafta kurtlar, ayılar, çakallar, zehirli yılanlar, keskin kenarlı kayalardan oluşan uçurumlar vardı. Ayrıca hepsinden önemlisi de tüm sürünün birbirine gönül bağı vardı; göbekten bağlıydılar.

Sürü, tayları beraberce koruduğu gibi yeni doğan tayların isimlerine de beraberce karar veriyordu. Tayların huyuna, suyuna göre isim seçmeye çalışıyorlardı.

Annesinin ve sürünün uyarılarını dinleyen, onların sözünden çıkmayan, kendi kafasına göre hoplayıp zıplamayan, alnındaki siyah minik benekten sonra ki insanlar buna akıtma diyorlardı, her yeri bembeyaz olan, beyaz taya “Mülayim” ismini koydular.

Her istediğinin olması için direten, kulaklarını dikip, inatla dizlerini kilitleyip, yay gibi gerilen siyah taya “İnatçı” ismini verdiler.

Kocaman gözleriyle sürekli etrafına bakan, bir kelebeğin peşine düşüp sürüden ayrılan, dik kayalara tırmanan kızıl kahverengi tayın adı “Cesur” oldu.

Taylar büyüdükçe kendilerinin, onlara verilen isimler gibi olduklarına inanmaya başladılar. Mülayim büyüdükçe daha itaatkâr bir taya dönüştü. İnatçı büyüdükçe ona söylenen her şeye hiç düşünmeden karşı çıkmaya başladı. Cesur’da büyüyordu; daha korkusuz davranıyordu ama aslında kimseye söyleyemese de zehirli yılanlardan, kurtlardan, ayılardan, çakallardan, derin uçurumlara düşmekten korkuyordu. Hatta uzun gecelerdeki karanlıktan ve sürüden ayrıldığında yalnız kalmaktan da korkuyordu.

Sürüdeki tüm atlar onun sürekli cesur olduğunu söylediği için kendisini huzursuz ve suçlu hissediyordu. Biraz daha büyüyüp artık kendi başına hareket edebilecek yaşa geldiğinde sık sık sürüden ayrılıp uzaklarda tek başına otlamaya gitmeye başladı. Sürüden uzaklaştığında bir başınayken gözleri doluyor ama ilginç bir şekilde kendisini daha huzurlu hissediyordu. Çünkü yalnızken cesur gibi davranması gerekmiyordu, bir başınayken sadece kendisi gibi olabiliyordu; bazen merak edip korksa da uçurumun kenarına da gidiyordu bazen de yerdeki her hışırtı sesini yılan sanmaya başlıyor, arkasından bir anda kurtlar ya da ayı saldıracakmış gibi hissedip tekrar sürüye dönüyordu. Sürüye döndüğünde ilk başlarda kendisini güvende hissediyor ama bir süre sonra yine huzursuzlaşıyordu.

Bu durum onun neşesini almış, meraklı gözlerine keder yerleşmişti. Yediği otlardan ve içtiği sudan zevk alamıyordu. Hatta küçük bir tay iken çok meraklı olmasına rağmen artık hiçbir şeyi merak etmez olmuştu.

Cesur’un huzursuzluğunu ve keyifsizliğini annesi fark etmişti, sık sık Cesur’un başını ve boynunu kendi başıyla okşuyor ve “Neyin var kuzum?” diye soruyordu. Cesur her seferinde; “Bir şeyim yok” diyordu. Çünkü neyi olduğunu kendisi de tam olarak bilmiyordu.

Günler, haftalar, aylar geçti. Cesur’un huzursuzluğu arttıkça sürüden uzaklaşıyor, uçsuz bucaksız çayırda tek başına dolaşıp oynuyor, yelelerini rüzgara bırakıp uzun uzun hızla koşular yapıyor, kişniyor, şaha kalkıyor sonra biraz yürüyor, tekrar biraz koşuyor, yüreğine yalnızlık iyice çöreklenince sürüye dönüyordu.

Bir gün, Cesur’un sürü ile otladığı bir zamanda bir anda sürüdeki atlar şaha kalkıp kişnemeye başladılar, tüm atlar telaşlandılar: Sürüdeki küçük taylardan biri koşarken toynağıyla büyük bir taşı yerinden oynatmıştı ve taşın altından uzun dilli, sivri dişli, çekik gözlü, koca kafalı, parlak sarı renkli, boyu baş aygırın kuyruğundan çok daha uzun olan, büyük bir yılan çıkıvermişti.

Yılan vücudunun kuyruk tarafını yerde, üst üste dolayıp başıyla yukarıya doğru dikilmiş, sanki ayağa kalkmıştı. Büzülmüş ince dudaklarının arasından dili sık sık dışarıya çıkıp yine ağzının içinde kayboluyor, havadaki tehlike kokusunu diliyle anlamaya çalışıyordu. Bu sırada kuyruğundaki çıngırak titriyor, tiz bir ses çıkararak etrafında olabilecek bütün tehditleri ve tehlikeleri uyarıyordu sanki. Başı bir sağa, bir sola yaylanıyor gözleriyle hem küçük tayı, hem de tüm sürüyü tıslayarak takip ediyordu.

Küçük tay korkusundan yılanın karşısında donup kalmıştı. Kıpırdayamıyordu. Sürüdeki atlar Cesur’a seslendiler; “Cesur!!! Sen korkusuzsun, yılandan korkmazsın, hadi toynaklarınla şu yılanın kafasını ez…”. Cesur ne diyeceğini bilemedi, bir anda şaşkınlıkla etrafına bakındı, sırtı terledi, kalbi şakaklarında atıyordu. Küçük tayı korumak istiyordu ama yılandan da korkuyordu; görünüşünden belli ki zehirliydi. Ne yapacağını bilemiyordu. O anda kalbinde hissettikleri, titreyen sesiyle bir anda ağzından dökülüverdi; “Ben korkuyorum, ben de korkuyorum”.

Bütün sürü geri geri çekilmiş, küçük tay yılanın karşısında yapayalnız kalıvermişti. Bir de hemen yakınında Cesur duruyordu. Küçük tay yılanın başını sağa sola sallamasından, dilini sürekli tıslayarak dışarıya doğru uzatıp etrafı koklamasından ve kalın gövdesinden korkmuş, hafif hafif inliyordu. Cesur bir şeyler yapması gerektiğini farketti. En azından küçük tayı yönlendirebilirdi. Bunları düşündükten sonra Cesur küçük taya fısıldadı; “Hey Küçük Tay önce sakin ol. Sana söyleyeceklerimi yaparsan kimseye bir şey olmaz. Hadi bakalım şimdi yavaş yavaş ve geriye doğru yürü”. Küçük tay korkudan yay gibi gerilmiş bir şekilde geriye doğru bir kaç adım attı. Bunu fark eden yılan gövdesini ve başını yere bıraktı, sonra da süzülerek çalılıkların arasında gözden kayboldu.

Küçük tay kurtulmuştu ama tüm sürü Cesur’un her zaman cesur olmadığını, korkabildiğini öğrenmişti. Cesur mahçuptu, utanıyordu ama aynı zamanda da hem küçük tay kurtulduğu için hem de o güne kadar kalbinde taşıdığı korku yükünü ifade edememe yükünden kurtulduğu için rahatlamıştı. İçini tatlı bir huzur kaplamaya başladı. Hiç düşünmeden konuşmaya başladı; “Ben her zaman ve sürekli cesur değilim, bazen korkuyorum, küçükken de korkuyordum, şimdi de korkuyorum”.

Mülayim, Cesur’dan aldığı cesaretle; “Ben de sürekli bana söylenilenleri yapmak istemiyorum, kendi seçimlerim olsun istiyorum, mesela şimdiye kadar izin verilmediği için hiç gidemediğim uçurumun kenarına gidip, şaha kalkıp uzun uzun kişnemek istiyorum” dedi. Herkesin dikkatle ve sessizce onu dinliyor olmasına çok şaşırdı; çünkü genelde başkaları konuşur ve Mülayim onları dinlerdi. Şaşkın gözlerle etrafına bakındı ve O’da yüreğinden gelen sözcüklerin ağzından dökülmesine izin verdi; “Ben küçücük bir tayken şaşkındım, sizleri ve bu çayırı tanımıyordum, kendimi çaresiz ve sizlere muhtaç hissediyordum. O yüzden bana ne söylenirse itiraz etmeden yapıyordum” dedi.

İnatçı’ da; “Ben de itiraf etmek istiyorum, inadımdan sevmediğimi söylediğim için şimdiye kadar hiç yemediğim karahindiba çiçeklerinin tadını çok merak ediyorum” dedi ve Mülayim’e bakarak devam etti “Ben hala kendimi çaresiz hissediyorum… Bana söylenilenlere itiraz edebildiğim için belki güçlü ve kararlı görünüyorumdur ama hala ne istediğimi veya istemediğimi ben de bilmiyorum”

Tüm sürü şaşkındı, sanki herkes bir şey söyleyecekmiş, itiraf edecekmiş gibiydiler ama aynı zamanda da susuyorlardı. Sürünün lideri olan, siyah derisi güneşin altında pırıl pırıl parlayan, tüm atlardan daha iri olan Atak durumu farketti. Hemen müdahale etmesi gerektiğini anladı. Yaşının ve tecrübesinin verdiği cesaretle, uzun süre sessiz kalan sürüye karşı şaha kalktı, uzun ve sert bir şekilde kişnedi sonra tüm sürünün duyacağı şekilde şöyle dedi. “Sizler isimlerinizden çok daha fazlasısınız, sizlerin özünüzde isimlerinizden öte birer benliğiniz var” dedi.

O günden sonra tüm sürünün hayatı değişiverdi sanki. Özellikle de Mülayim, Cesur ve İnatçı’nın hayatları değişti.

Mülayim bazen uçurumun kenarına gidip, şaha kalkıp kişnedi, bazen cesaretini toplayıp, derin bir nefes alarak tüm sürüye hikâyeler anlattı, bazen de sürünün ortasında sakin sakin otladı.

İnatçı o güne kadar yemediği karahindiba ve diğer çiçeklerin tadına baktı; bazılarını sevdi, bazılarını sevmedi.

Cesur yine zaman zaman sürüden uzaklaşıp yalnız ama keyifli vakit geçiriyor, yüreğine korku çöreklenince sürüsüne dönüyordu. Ama artık hem sürüsüyle beraberken hem de yalnız iken kendisini daha huzurlu hissediyordu.

Start typing and press Enter to search

Skip to content