ÇİÇEKLERİN ŞARKISI

Print Friendly, PDF & Email

Bir varmış bir yokmuş. Çiçeklerin şarkısı her yerden duyulurmuş. Onların o güzel kokuları tüm ormanı huzurla uyuturmuş. Cesur bir kırmızıyla açarmış güller. Başları her daim dik olurmuş. Güzelliklerinden ve sevildiklerinden emin göğe doğru açarmış yapraklarını. Orkideler pek bir gururluymuş. Yapraklarından biri yere düşse eğilip almazmış, alanlara da burun kıvırırmış. Menekşeler ise güzelliklerinden utanır hep mütevazi kalırlarmış. Utandıkça da renkleri pembeden mora dönüverirmiş. Fulyalar o güzel yapraklarıyla kendisini hatırlatmayı çok severmiş. Yemyeşil bir elbise giyen ormanlar bu renkli çiçekleri kendilerine takı yaparlarmış. Uzun saçlarını da bir şelale gibi omuzlarından aşağıya atarlarmış. Hayvanlar ve bitkiler birbirleriyle uyum içinde yaşarlarmış. Orman sakinleri hallerinden memnun ve mutluymuş.

Günlerden bir gün çiçekler kendi hallerinde şarkılarını söylerken çalıların arasından farklı bir ses işitilmiş. Çiçeklerin arasına saklanmış minik tavşan hemen kulaklarını dikmiş. Orkideler huzursuzca kıpırdanmış, davetsiz misafirlerden hiç hoşlanmazlarmış. Gül, ormanın asıl sahibi benim dercesine öne doğru uzatmış başını. Derken çalıların arasındaki davetsiz misafirler çıkagelmiş. Çiçekler, yapraklarını kapatmışlar; hayvanlar ise ağaçların ardına saklanmışlar. İnsanoğlu, bu topraklara çok uzun zamandır uğramıyormuş. Lakin bu insanlar henüz çocuk yaşta iki kardeşten ibaretmiş. Kız olanın adı Ayçıl, erkeğin ise Aybar’mış. Bu iki afacan ailelerinden habersiz yaşadıkları köyden uzaklaşmışlar. İlk başlarda eğlenceli gelen bu gezi zamanla küçük çocukları pek korkutmuş. Ne evlerinin yolunu bulabilmişler ne de gidecek başka bir yer… Evin yolunu aramaya devam ederken boyları göğü aşan ağaçların etraflarını çevirdikleri bir yere gelmişler. Ayçıl telaşla kardeşine sokulmuş. Sanki ağacın dalları onları yakalamak istercesine hareket ediyormuş. Eh, koşarak ağaçtan kaçayım derken çalıların arasına sıkışmışlar. Neyse ki onları karşılayan çiçek bahçesi, çocukları güzellikleriyle büyülemiş. Çiçeklerin her biri kendi hünerlerini göstererek bu iki küçük yabancıya bir karşılama töreni düzenlemişler. Lavantalar, en güzel kokularını onlar için serbest bırakmışlar. Çocuklar, duydukları kokuyla korkularından kurtulmuşlar. Zambak, güzel yapraklarıyla onları yanına çağırmış. Çocuklar, sakinleşen yürekleriyle bu güzel beyaz çiçeğin yanına yanaşmışlar. Zambak’ın yaprakları çok narinmiş lakin hiç düşünmeden başını yere eğmiş.

“Bana güvenebilirsiniz çocuklar, bizden size zarar gelmez” demiş. Aybar pek şaşırmış. Hayatında ilk defa bir çiçeğin onunla konuştuğunu duymuş. Buna rağmen Zambak’ın konuşmaya başlamasıyla birlikte içini saran o sıcacık güven duygusunu hissetmiş. Kardeşinin de elini tutarak çiçeklere biraz daha yaklaşmış.

“Sizin konuşabildiğinizi bilmiyordum” demiş meraklı gözlerle.

“Bizim hakkımızda bilmediğiniz çok şey var” demiş Orkide kibirle ve devam etmiş. “İnsanlarla konuşmayı pek tercih etmiyoruz”. Ayçıl, Orkide’nin kendini beğenmişliğini görmezden gelerek ona doğru yaklaşmış ve yanına oturmuş.

“Buraya varmadan önce sizin sesinizi duydum. Hayatım boyunca dinlediğim en güzel şarkıydı. Neden bu güzelliği insanlarla da paylaşmıyorsunuz?” demiş. Orkide hemen lafa atlamasın diye lale, araya girmiş.

“İnsanlar, bizim şarkımızı duyabilir ancak ne söylediğimizi anlayamazlar” demiş tatlı bir dille.

“Ama biz sizin dilinizi anlıyoruz” demiş Aybar ısrarla. Karanfil sevgiyle gülümsemiş ve “Bizi sadece yürekten sevenler anlar. Düşün çocuk! Aileni, arkadaşlarını, yoldan geçenleri düşün. Kimin bizi anlamak için vakti var? Onlar bizi duymak istemiyorlar. Sadece güzelliğimizle hayatlarını süslememizi istiyorlar. Biz sadece bir süs eşyası olmak için fazla kıymetliyiz” demiş. Aybar, Karanfil’in sözünü dinleyerek düşünmeye başlamış. Ailesi, yaşadıkları köyde çiftçilik yapıyormuş. Sabahtan akşama kadar tarlada çalışırlarmış. Eve geldiklerinde de yorgunluktan uyuyakalırlarmış. Öyle günler olurmuş ki Ayçıl ve Aybar, ailesiyle birlikte oturup konuşmaya bile vakit bulamazlarmış. Köyde yaşayan diğer insanları düşündü. Hepsi işinde gücünde kendi uydurdukları hayat gayesi içinde sıkışıp kalmışlar. Ne zaman çocuklarının toprakla oynadığını görseler “üstünü başını kirletme” diyerek kızarlarmış. Bilmezlermiş toprağın şifa kaynağı olduğunu, toprağa ayak basanların huzur bulduğunu. Sebzeleri sadece yemek için ekerlermiş, ektiklerini de biçip yollarına devam ederlermiş. Görmezlermiş toprağın bereketini. Çiçekleri de sadece renkleri için severlermiş. Bazen küçük bir saksının içine ekip pencerenin bir köşesinde bekletirlermiş. Zaman geçermiş, insanlar geçermiş ama o küçük çiçek hep biri tarafından sevilmeyi beklermiş. Bazen kırmızı gülleri kapının etrafına sararlarmış. Yoldan gelip geçenler güzelliğine hayran olsunlar, o evde ateş değil aşk yanıyor zannetsinler diye. Bilmezlermiş ki aşk, güzellikten değil yürekten geçer.

“Haklısın, insanların doğaya verdiği değer sadece kazançtan ibaret” demiş Aybar ardından da Ayçıl’ın elini tutmuş.

“Bize sizin sesinizi nasıl duyuracağımızı öğretin” demiş Ayçıl.

“Doğaya kulak verin, onu dinleyin. O size doğru yolu gösterecek” demiş Kırmızı Gül ve çocukların eve dönüş yolunu bulmasına yardım etmesi için tavşanı görevlendirmiş. Çocuklar gitmeye hazırlanırken Fulya, onlara kendi çiçeklerinden birini hediye etmiş. Bu size benden hatıra kalsın çocuklar demiş. Birine fulya çiçeği hediye etmek “beni unutma” demekmiş. Ardından da şarkılarına kaldıkları yerden devam etmişler.

İşte böyleymiş çocuklar. Birini anlamak için önce dinlemek gerekliymiş. Dinlemek isteyen herkes çiçeklerin şarkısını duyabilirmiş. Biliyorum şimdi bir şarkı istiyorsunuz benden. Size tavsiyem kendi şarkınızı kendiniz söyleyin ve o güzel sesinizi olabildiğince göğe yükseltin.

Start typing and press Enter to search

Skip to content