DEV BABA

Print Friendly, PDF & Email

Bir varmış, bir yokmuş… Allah’ın kulu çokmuş… Vakti zamanında bir padişah, bu padişahın da yerlere göklere sığdıramadığı biri ayın on dördü kadar güzel, biri ayın on dördünden daha güzel, en küçükleri ise ayın on dördünü bile kıskandıracak güzellikte üç kızı varmış. Kızların evlenme çağları çoktan gelmiş, neredeyse geçecekmiş, buna çok üzülen üç kız bir araya gelip, dertleşip konuşuyorlarmış. En küçük kız en akıllıları imiş; ablalarına demiş ki:

“Canım ablalarım, hiç üzülmeyin, bu işin çaresi var. Padişah Babamızın Lalasını çağırtalım, ona derdimizi anlatalım. O da babamıza söylesin. “

Ablalarının da aklına yatan bu fikirle hemen adam yollamışlar. Lalayı çağırtmışlar, ona hallerini anlatmışlar. Lala demiş ki:

“Merak etmeyin Sultanlarım, ben şimdi gider, Padişah Efendimize meseleyi anlatır, derdinize çare bulurum.”

Lala sultanların yanından ayrılırken. Eline bir tepsi almış, üstüne üç tane karpuz koymuş, doğruca Padişahın huzuruna varmış. Yedi yerden temenna ederek tepsiyi Padişahın önüne bırakmış. Tepsiyi gören padişah şaşkınlıkla:

“Lala bu ne? demiş.

“Şevketlim. Bu karpuzları Sultan Hanımlar gönderdi. “

En büyük karpuzu alıp Padişaha uzatarak, “Bu büyük Sultanın”. Ortadaki ortanca Sultanın. En küçüğü de küçük Sultanın.” demiş .

Padişah biraz düşündükten sonra:

“Kes bakalım şunları” demiş. Eline bıçağı alan Lala, önce en büyük karpuzu kesmiş, içi tamamıyla geçmiş; ortancayı kesmiş, bu da geçmek üzere; en küçüğünü kesmiş, tam yenecek vakti. Bunun üzerine Padişah:

“Peki Lala, sen git, kızlarımı bana gönder.” demiş

Lala doğruca gitmiş, Sultanların yanına, babalarının çağırdığını söylemiş. Kızlar sevinerek, yüzlerinde güller açarak, çıkmışlar Padişah babalarının huzuruna. Yedi yerden temenna edip, el pençe divan durmuşlar. Üçü birden: “Emredin Babacığım” deyince. Padişah:

“Üçünüzde bu gece abdest alıp üç rekât namaz kıldıktan sonra istihareye yatın. Rüyanızda kimi görürseniz sizi ona vereceğim” demiş.

Sultanlar babalarının elini öpüp huzurundan ayrılmışlar. O gece babalarının dediği gibi istihareye yatmışlar.

Ertesi sabah Padişah, sırayla kızlarını huzuruna çağırtmış, rüyalarında kimi gördüklerini sormuş. Büyük kız. Baş vezirin oğlunu gördüğünü söylemiş; Padişah: “Seni ona verdim” demiş. Ortanca kız, İkinci Vezirin oğlunu gördüğünü söylemiş; onu da İkinci Vezirin oğluna vermiş. Küçük kıza sıra gelince Hünkârım;

“Rüyamda, büyük bir sarayın güzel bir odasında bir sedirde oturuyormuşum. Önümde bir altın leğen, birde altın ibrik, babam elime su döküyormuş…”

Padişah, küçük kızının söylediklerine öyle hiddetlenmiş, öyle fena kızmış ki:

“Vay alçak, ben Cihan Padişahı olayım, sen benim kızım ol da ben senin eline su dökeyim ha…”

Hemen çağırmış Cellat başını:

“Alın şu alçağı. Götürün gözümün önünden, tez başı kesile, bana kanlı gömleği getirile” demiş.

Cellat başı “Ferman Padişahımızındır” demiş ve küçük sultanı alıp, padişahın yanından ayrılmış.

Zavallı kızı iki gözü iki pınar, başlamış ağlamaya. Söylemiş olduklarına çok pişman olmuş ama ne yapsın kızcağız. O gece rüyasında bir derviş, ona rüyasını korkmadan anlatmasını söylemiş…

Cellat başı, Sultanı bir dağ başına götürmüş, fakat onu öldürmeye kıyamamış

“Sultanım, gömleğini bana ver. Sen, gözünün gördüğü yere kadar git. Allah yardımcın olsun.” Kızcağız gömleğini çıkartıp, cellat başına vermiş. Kendisi de alıp başını oradan uzaklaşmış. Cellat oradan bir kuş vurup Sultanın gömleğini kana bulamış. Padişahın huzuruna çıkarak kanlı gömleği Padişaha vermiş. Padişah:

“Oh, iyi oldu. Alçak bir evladın layık olduğu ceza budur” demiş. Cellat başına birçok ihsanda bulunmuş. Padişahı ve cellat başını sarayda bırakalım biz gidelim Sultana: Kızcağız gece gündüz demeden, yürümüş yürümüş… Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, altı ay bir güz gitmiş… Uzakta bir ışık görmüş. Gide gide o ışığa yaklaşmış. Bir de bakmış ki kocaman bir saray. Kızcağız hemen sarayın kapısından içeri girmiş. Oraya bakmış, buraya bakmış, hiç kimseler yok. İn cin top oynuyor. Ortalık da karanlık. Yukarıya çıkmış, karşında bir kapı hiç tereddüt etmeden kapıyı açmış. Bir de ne görsün: Kocaman bir dev. Kızcağız hemen koşarak “Babacığım” diye devin boynuna sarılmış, ellerini öpmüş. Dev kıza demiş ki:

“Eğer sen bana babacığım demeseydin, ben seni hemen burada yerdim. Şimdi artık sen benim evladım oldun. Bu sarayda senin olsun. Burada istediğin gibi ye, iç, sarayın bahçelerinde gez, eğlen. İşte sana kırk bir tane anahtar. Bu odaların kırk tanesini aç. Odaların içindeki altınlar, elmaslar, inciler hepsi senin. Yalnız kırk birinci odayı açma sakın. Eğer dediğimi tutmazsan sonra çok pişman olursun”

Kızcağız kırk bir anahtarı almış. O sırada Dev Baba bir de demiş:

“Ben her sabah gün doğmadan giderim, gün batınca gelirim. Şimdi gidiyorum. Saray sana emanet. Allahaısmarladık”

Kızcağız. Dev Babasının elini öpmüş. Dev Baba saraydan çıkıp gitmiş. Anahtarları alan kızcağız, Başlamış sıra ile odaları açıp sarayı gezmeye. Her o da açıldıkça insanın gözlerini kamaştıran altınlar, zümrütler, yakutlar, renk renk ipek kumaşlar, türlü türlü yiyecekler, velhasıl dünya yüzünde ne varsa hepsi orada bulunuyormuş.

Bir ay böyle devam etmiş. Her gün Dev Baba gittikten sonra kız bu odaları açar, yer içer, takar takıştırır, hoş vakit geçirirmiş. Elindeki kırk birini anahtara her baktıkça merakı iyice artarmış, ama Dev Babanın sözü aklına gelince o odayı açmaktan vazgeçermiş…

Bir gün, artık bu merakını yenemeyip ona yenik düşünce: “Adam sen de! Dev Baba nerden duyacak? Sarayın içi bomboş, kim söyleyecek ona ne yaptığımı? Ben bu odayı açar, bakarım. Dev Babam gelinceye kadar gene kapatırım” demiş odayı açmış. Bakar ki bomboş bir oda. Duvarda sadece üç kat güzel elbise asılı. Biri beyaz, biri siyah, biri de yeşil. “Bakayım şu yeşil elbiseyi giyeyim, bana yakışacak mı? Demiş. Elbiseyi giymiş, aynanın karşısına geçince ne görsün: O kadar güzel olmuş ki, bu elbise güneş gibi parlıyormuş kızcağız. Hemen pencerenin önündeki sedire oturmuş. Sarayın önünden de billur gibi suyuyla bir dere akıyormuş, suyun karşı yakası yeşillikmiş. O memleketin Padişahının bir oğlu varmış, kaz meraklısı kazları çok seven şehzadenin kazları her gün buraya gelir, derede yıkanır, yeşillikte gezinir, eşinirlermiş. Kaz çobanı o günde kazları yine oraya getirmiş. Kazlar derede su içerlerken, pencerenin önünde oturan sultanın hayali suya vurmuş. Kazın birisi bunu görmüş, başını yukarıya kaldırmış üç defa “gak, gak, gak!” diye bağırarak bütün tüylerini dökmüş.

Akşam çoban, kazlarını saraya götürünce Şehzadenin âdeti imiş, kazlarını sayar, onlara bakar, onlarla eğlenirmiş. O gün kazlarını sayarken birde ne görsün, kazının biri bütün tüylerini dökmüş. Hemen çağırtmış Şehzade “Buna ne oldu?” diye sormuş. Zavallı çobanın olandan bitenden haberi yokmuş. Şehzadenin gazabına gelmiş, çobanı bir temiz dövdükten sonra çobanı kovmuş. Kazlarını başka bir çobana teslim etmiş.

Gelelim sultana… Kızcağız o gün, Dev Babası gelmeden, elbiseyi çıkartmış, yerine asmış. Dev Babası gelince yemişler, içmişler, eğlenmişler. Ertesi sabah Dev Babası gidince kız doğruca gene o odayı açmış. Bu sefer beyaz elbiseyi giyinip, pencerenin önüne oturmuş, etrafı seyretmeye başlamış. Yeni çoban, Şehzadenin kazlarını gene o çayıra getirmiş. Dereden su içerlerken kazların iki tanesi kızın suretini suda görür görmez başlarını havaya kaldırıp üç defa “gak,gak,gak!” diyerek bütün tüylerini dökmüşler. Akşam çoban kazları alıp, saraya götürünce. Şehzade kazlarını sayarken bir de ne görsün. Dünkü kazın akıbetine iki kaz daha uğramış. Hemen çobanı yanına çağırtmış. Çoban, bir şeyden haberi olmadığını söyleyince:

“Peki, demiş şehzade,” “yarın sabah kazları ben güdeceğim. Sen bana elbiselerini verirsin.”

Ertesi sabah Padişahın oğlu, çoban elbiseleri giyip kazlarıyla dere kenarına gitmiş. Oturup etrafı gözetlemeye başlamış. Kız, gene aynı saatte, odayı açmış. Bu sefer de siyah elbiseyi giyip pencerenin önüne oturmuş. Kazlar su içmeye gelirken. Kızın suretini görünce, bu sefer üçü başlarını kaldırıp, üç defa “gak,gak,gak!” diye bağrışıp tüylerini dökmüşler. Şehzade bu hali görünce şaşkınlıkla etrafına bakmış, oraya bakmış, burayı araştırmış, bir şey yok. Bir ara başını kaldırmış, ne görsün, ahu gibi bir kız pencerenin önünde oturuyormuş… Şehzade can-u gönülden kıza âşık olmuş. Aklı başından gitmiş… Bir süre ne yapacağını bilememden öylece kalakalmış. Sonra kendisini toparlayıp, kazlarını almış, saraya dönünce Annesine, olanı biteni anlatmış. Annesi telaşa düşmüş:

“Aman oğlum, o Dev Babanın kızıdır. Sen onu alıp da ne yapacaksın? Sana beğendiğin başka bir kızı isteyelim…” demiş

“Olmaz,” demiş Şehzade “Ben o kızı istiyorum. Başkanını istemem.”

Bakmış ki oğlunu ikna edemeyecek Annesi: “Padişah Babana soralım,” demiş ve doğruca Padişaha gidip, halû keyfiyeti anlatmış. Padişah:

“Dev Baba’nın kızı hiç alınır mı? Onlar adamı yerler. Öyle kızı ben oğluma almam. Git bunu böylece söyle. Ben ona istediği kızı alayım.” demiş

Sultan Hanım da Padişahın dediklerini olduğu gibi oğluna anlatmış. Şehzade umudunu kesmiş, yataklara düşmüş, hastalanmış, ne yer, ne içer, gece gündüz, “Dev Baba’nın kızı,” diye sayıklar, inlermiş. Hekimler, hocalar Şehzadenin derman bulamamışlar. Şehzade kızın aşkından ölüp gidecekmiş… Padişah pişman olmuş, oğlunu bu hale soktuğuna. Karısını çağırmış yanına.

“Hanım, ne olursa olsun, gidip Dev Baba’nın kızını iste oğlumuza.”

Sultan Hanım: “Baş üstüne” demiş. Doğruca Dev Baba’nın sarayına gitmiş. Bakar ki saray da kızdan başka kimse yok.

“Kızım, ben padişahın karısıyım. Babanı görmek istiyorum” deyince kız,

“Babam gün doğmadan gitti, gün battıktan sonra saraya gelir.” Sultan Hanım : “Peki, ben gün battıktan sonra gelirim” demiş ve gün battıktan sonra gene gelmiş. Dev baba dan kızını Şehzadeye istemiş. Dev Baba: “Peki, Sultanım” demiş ve düğün hazırlıklarına başlamışlar.

Dev Baba kızına hiç kimsenin akıl erdiremeyeceği kadar bol çeyiz vermiş. Kız babasının elini öpmüş. Ata binip Padişahın sarayına yola çıkacağı zaman Dev Baba kızının kulağına eğilerek:

“Kızım, ben dev olduğumdan senin düğününe gelemem. Allah seni bahtiyar etsin… Sen beni istediğin zaman, istediğin kadar gelir görürsün”. Kızını alnından öptükten sonra da:

“Kızım, çocuğun olduğu zaman kız olursa adını siz koyarsınız. Eğer oğlan olursa adını ben koyacağım. Sakın bunu unutma. Eğer unutup beni çağırmadan adını koyarsanız vay halinize.” demiş “Kızını bir kez daha öperek: “Haydi şimdi güle güle git, yolun açık olsun” diyerek kızını saraya doğru uğurlamış. Saraya gelen kıza, kırk gün, kırk gece düğün yapmışlar. Sultan ve Şehzade mutluluk içinde yaşamışlar saraylarında.

Dokuz ay, on gün sonra nur topu gibi bir erkek evlatları dünyaya gelmiş. Kız Dev Baba’nın sözlerini unutmuş… Çocuğun adını koymuşlar. Çocuğun doğumunun tam üçüncü günü bir kıyamet kopmuş, ortalık toz dumana karışmış, şimşekler çakmış… Herkes şaşırmış, neler oluyor demiş. Birde bakmışlar Dev Baba elinde yalın kılıç, Padişahın sarayına doğru koşuyor… Sokaklarda, evlerde herkes saklanacak delik aramışlar… Dev Baba doğruca kızının sarayına dalmış. Sarayda herkes saklanmış. Kızın o an hatırına gelmiş Dev Babasına verdiği söz. “Babam beni öldürmeye geliyor,” diye yatağının içinde tir tir titremeye başlamış. Dev Baba doğruca kızının odasına girerek: “Kızım, ben sana ne dedim?” Sen beni dinlemedin… Al şu kılıcı eline. Eğer bir vuruşta beni öldürürsen ne âlâ. Yoksa ben seni öldüreceğim.” demiş. Kızına kılıcını vermiş. Kızcağız yalvarmış, yakarmış: “Babacığım, beni affet, unuttum… Çocuğumun ismini gene sen koy… derse de Dev Baba dinlememiş: “Haydi, dediğimi yap” diye bağırmış. Zavallı kız, ne yapsın. Çaresiz kalınca Dev Babasının elinden kılıcı alıp, “Ya Allah” deyip Dev Baba’nın boynuna vurmuş. Dev ’in başı bir tarafa, gövdesi bir tarafa düşmüş. Kız bir de ne görsün? Dev Baba’nın gövdesinden bir karyola meydana gelir ki, misli cihanda yok, elmastan, altından, her yanı pırıl pırıl parlıyor, gözleri kamaştırıyor. Kafasından da bir beşik oluyor ki onun da eşi benzeri bu dünyada yok, oda zümrütten, yakuttan, altından, pırıl pırıl yanıyor. Kız hayretler içinde kalmış. Meğerse Dev Baba tılsımmış. Bu karyola ile beşiği kızın çocuğuna düğün hediyesi olarak vermiş. Kızcağız bunu ne bilsin…

Çok geçmeden ortalık durulmuş, güneş açmış… Ses seda kesilince herkes saklandığı yerden çıkarak kızın odasına geldiğinde. Ne görsünler. Bir karyola, bir beşik ki görenlerin ağzı açık kalıyor, gözleri kamaştırıyor. Kızcağız tüm gelenlere: “Babam bunları bana hediye getirdi” dermiş. Artık bu karyola ile beşiğin güzelliği dünyaya yayılmış. Yedi iklim, dört bucak duyanlar, bunları görmek için akın akın gelmeye başlamışlar. Sarayın kapıları herkese açılmış. “Kırk gün zengin, fakir, kim olursa olsun her isteyen gelip Sultan Hanım’ın karyolasını, küçük şehzadenin beşiğini görebilir” diye. Tellal bağırtılmış. Tam kırk gün bütün Dünya’dan, yakın, uzak, fakir, zengin gelip bu karyola ile beşiği görmüşler.

Tüm bunları asıl babası Padişah da duymuş. Kırk birinci gün gün olmuş tellallar bağıralı. Padişahta kalkmış, gitmiş , ama sarayın kapıları kapanmış… Padişahın yanına çıkmış.

“Bugüne kadar gelemedim, işlerim vardı,.. Şimdi gelebildim.Bana da bu karyola ile beşiği gösterin,” demiş .

Padişah, peki, demiş. Kızın babası derviş kıyafetine girmiş… Padişah almış dervişi, doğru gelinin odasına gitmiş.

“Kızım, başını ört de bir derviş baba karyola ile beşiği görmek istiyor, gösterelim.” demiş.

Kız da karyolada yemeğini yiyormuş, önünde altın leğen, altın ibrik. Yemeğini yemiş ellerini yıkamak istemiş… Derviş hemen ayağa kalkmış: “Kızım, ben dökeyim de sen yıka.” demiş.

Kız o zaman babasını hatırlayıp, içini çekip de dervişin yüzüne dikkatlice bakınca onun babası olduğunu anlamış, gözlerinden yaşlar gelince. Dervişinde aklına kızı gelmiş, o da “Ah!” diye içini çekmiş, gözlerinin yaşını silmiş, Kız dervişin eline su dökmesine razı olmamış, ama derviş dinlememiş, ağlayarak kızın ellerine suyu dökmeye başlamış. Kız o zaman dervişe sormuş:

“Derviş Baba, neden ağlıyorsun?”

Derviş artık kendini tutamamış ve kızını niçin, nasıl öldürttüğünü, kendisinin kim olduğunun anlatmış. Kız da o zaman:

“İyi olmuş, cezasını çekmiş” deyince. Derviş:

“Öyle deme, kızım, ben büyük günah işledim. Suçsuz evladımı öldürttüm… “ demiş .

Tüm bunlar karşısında dayanamayan kızcağız:

“Babacığım, kızın ölmedi. Bak işte, ben yaşıyorum… Ben de bir kusur işledim , sana saygısızlık ettimse beni affet . Elime su dökmeni ben istemedim, ama işte oldu…”

Bu sözleri duyan derviş kızın yüzüne dikkatlice bakınca, evladını tanır. “Ah, yavrum beni affet… diye kızının boynuna sarılmış. Saray halkıda yanlarına gelince, olanı biteni öğrenmişler, Sultan Hanım’ın babasına kavuşmasına çok sevinmişler. Yeniden kırk gün, kırk gece düğün, bayram etmişler. Muratlarına ermişler.

Bahar ARVASİ

Kaynakça: Pertev Naili Boratav az gittik uz gittik İmge Kitabevi

Start typing and press Enter to search

Skip to content