KÜÇÜK SU KABAĞI VE HALİT USTA

Print Friendly, PDF & Email

Efendim bir vakit bir heybe aldım pazardan,

Allah korusun nazardan,

İçinde neler var, neler…

Altınların sarısı,

Peteklerin arısı,

Sıçramış, göğe çıkmış tavukların darısı.

Çiçekler uçarken,

Kuşlar açarken,

Karınca tuttu beni Kaf Dağı’nı açarken…

***

Bir varmış, bir yokmuş… Çoook eski zamanlarda; içinde billur ırmakların aktığı, türlü türlü çiçeklerin açtığı, kuşların öttüğü, boy boy nar ağaçlarının da olduğu yemyeşil bir köy varmış. Keçilerin, koyunların hoplaya zıplaya otladığı kekikli, serin yaylaları, mis gibi ayranları, tertemiz insanları varmış. Bir bahçe varmış ki o köyde, köyden de yeşilmiş. Bir de sahibi varmış ki gönlü bahçeden de güzel olan Halit Usta. Büyük küçük herkesin gönlünde taht kuran bir öğretmenmiş Halit hoca. Çok sevdiği, iyi kalpli , melek gibi hanımıyla birlikte küçük şirin bir evde, muhabbetle yaşarlarmış.

Halit Usta demliğinden hiç eksik olmayan çayını, yüzündeki tebessümü, tatlı dilindeki keyifli sohbeti, yüreğinden hiç eksik olmayan sevgisini, pırıl pırıl aklını ve bilgisini paylaşırmış herkesle. Paylaştıkça da çoğalır, bereketlenirmiş…

Bahçesinde; yemişli dalları göklere uzanan ağaçlar, rengarenk çiçekler, birbirinden lezzetli sebzeler…Yaşlı, bilge ulu bir çınar, bir de gül varmış. Gülün güzelliği, kokusu dillere destanmış. Eşsiz kokusu duyanları mest edermiş. Rüzgar bazen alır götürürmüş kokusunu uzak diyarlara, herkes hayran olur gülü görmeye gelirmiş bazen de. Bülbül türlü şarkılar, türküler yakarmış güle. Gülün bu denli sevilmesi; zamanla onu şımartmış ve kibire kapılmaya başlamış, bahçedeki diğer bitkilere de tepeden bakmaya başlamış.

“Bu bahçenin en güzeli benim, herkes beni görmeye geliyor, en güzel ben kokuyorum, en güzel ben bakıyorum…” Dermiş gül. Ulu çınar gülü tatlı üslubuyla uyardıysa da gül aldırmamış pek.

Halbuki Halit Usta bahçedeki herkese aynı özeni gösterir ve hepsini de çocukları gibi severmiş. Aralarında kendini huzurlu hissedermiş, kitabını okur, birşeyler yazar ,çizer, sazını çalar, türküler söyler, eşi dostu misafir edermiş.

Bir gün Halit Usta yine bahçesine gelmiş, elindeki ufacık bir şeyi toprağa gömmüş gülümseyerek. Ne olduğunu anlayamamış kimse. Üzerine yağmur yağmış , sonra güneş parıldamış tepesinde. Bir müddet sonra sevimli bir yeşil bitki, pıt diye çıkmış toprağın içinden. Meğer bir su kabağı imiş bu küçük , sevimli yeni dost. Herkesi de selamlamış. Gül de tam tepesinden aşağı doğru bakıp, dilinin ucuyla hoşgeldin demiş nezaketsiz bir şekilde.

Günler haftaları kovalamış, haftalar ayları…Bu küçük su kabağının dalları toprakta uzayıp gidiyormuş ahenkle, bahçedekiler de hem sohbet ediyor, hem de daha önce hiç tanık olmadıkları bu değişimi, dönüşümü merakla sevgiyle takip ediyorlarmış. Gül ise her zamanki gibi kibirli halleri ile küçük su kabağını hor gören incitici sözler söylüyormuş: “Şu haline bak, yerde sürünüp duruyorsun. Ne bir çiçeğin var, ne kokun, ne de işe yarar bir şeyin. Ben öyle miyim ya, şu endamıma, güzel kokuma herkes hayran, bülbül bugün yine yeni şarkılar türküler söyledi bana…”

Ulu çınar ve bahçedeki herkes uyarmış gülü ama nafile. Toprak teselli etmiş küçük su kabağını ve demiş ki: “Sen güle aldırma, dikenine say gitsin. Senin kökün en güvenli yerde, bende. Herkes fıtratına uygun bir şekilde büyür, kimi benim kucağımda, kimi göğün maviliklerine doğru… Kimi aldır, kimi mor, kimi şifalıdır, kimi zehirli, kimininse zehrindedir şifası…Kimi yağmuru sever, kimi güneşi, kimi narindir soluverir, kimi çapalar yese bile tutunur bana…Lakin; kimse üstün değildir diğerinden, farklıdır sadece ve güzel olan, tabiatı, dünyayı zenginleştiren de bu farklılıktır. Eğer büyümek istiyorsan; övgüleri de, yergileri de bir kenara bırak ve sadece özüne, köküne, kendine güven olur mu?” Küçük su kabağı anlamış toprağın ne dediğini ve sarılmış. Güneş göz kırpmış yukarıdan, mutlulukla gözleri kamaşmış, ardından bulut içindeki yağmurları serpiştirmiş üzerine, peşi sıra bir gökkuşağı belirmesin mi gökyüzünde. Umut ve azim eklenmiş dallarına, varlığının önemini hissetmiş özsuyunda, İhtiyacı olan ne varsa zaten önüne sıralandığını farketmiş küçük su kabağı. Kararlı ve gülümseyen varlığı ile bahçenin neşe kaynağı olmuş zamanla. Yapraklarının altında serinlemiş atlı karıncalar güvenle.

Bir gün küçük su kabağının yapraklarının arasında minicik bir kabak oluşmuş, mercimek kadar mı desem, nohut kadar mı…Herkes merakla küçük su kabağına gözlerini dikmişken, tam da o sırada minik kabak bir hapşırmış ki, kuşlar bir anda pırrr diye uçmuşlar. Hapşırıktan sonra kabağın burnunda kocaman, sapsarı bir çiçek açmış, tıpkı bir şemsiye gibi. Gül şöyle bir bakmış yine yukarıdan ve : “Demek çiçek açtın ama kokmuyor bile, hangi kuş gelir şakır ki senin dalında” demiş. Elbette küçük su kabağı bu sözlere aldırmamış ve büyümeye devam etmiş. O kadar güzel bir su kabağı olmuş ki, büyümüş, büyümüş…Öyle de ilginç ve güzel bir şekil almış ki…Yeterince olgunlaşınca da Halit Usta su kabağını alıp evine, atölyesine götürmüş.

Saatler, günler, aylar geçmiş ki; bir gün su kabağı ile birlikte bahçesine gelmiş yine Halit Usta. Gelmiş gelmesine ama küçük su kabağı bambaşka bir hal almış ustanın elinde.

Küçük su kabağının bu sabırlı, kararlı, umutlu bekleyişi bir ustanın elinde enstrüman olarak son bulmuş. Bakmayın son bulmuş dediğime, asıl o zaman başlamış herşey.

Halit Usta oturmuş ulu çınarın gölgesine, sarılmış kabak kemanesine… Kemane çalmış o söylemiş…O söylemiş kemane çalmış…Sanki hemhal olmuşlar hayran bakışların arasında, o an dünya dönmeye devam etti mi bilinmez… Rüzgar kabak kemanenin sesini almış götürmüş diyar diyar, dinleyenler adeta büyülenmiş…Kabak kemanenin, Halit Ustanın türkülerine eşlik etmeyen kuş, yanık sesini işitmeyen, söylemeyen ademoğlu kalmamış…Bülbülleri hayran bırakan bu ses önce bütün köye, ovalara, yaylalara, ardından Anadolu’nun her yerine, sonra da tüm dünyaya yayılmış.

Bilge Çınar güle dönmüş ve :

“Ah gül! Güzel gül!…

Kokusu enfes,

Bahçedeki nefes gül!

Hep sana şarkılar, türküler yazılması ile övünüp duruyordun. Küçümsediğin su kabağı, kendi türküsünü kendisi söylüyor artık bak. Bülbüller dahi sustu.

Dışarıda arama düşmanı, herkesin kendi içindedir.

Dışarıda arama cehaleti, o da sendedir.

Dışarıda arama güzelliği hepsi özdedir…

En büyük düşmanlardan biri de kibirdir.

Ah gül, güzel gül!

Dil gülden de güzeldir,

Dedim dedim duymadın,

Gölge verdim almadın…

Herkesin seni çok sevmesiyle övünüyordun, seni koparıp yerlere atan da olmadı mı hiç?

Düşersen bir ustanın eline, dokunur gönlünün teline,

Düşersen bir cahilin eline, vay haline, vay haline…” demiş.

Bu sözlerin üzerine daha bir kızarmış gül, kokusu tohumlarına çekilmiş bir anlığına da olsa. O mahcubiyetle, önce artık bir kabak kemaneye dönüşmüş olan küçük su kabağından özür dilemiş, sonra da o bahçede biribirinden farklı olan tüm dostlarından…Herkes affetmiş gülü, kalbindeki kibire şifa olmuş kabak kemanenin sesi.

O günden sonra gül daha da güzel kokmuş, bülbül daha güzel şakımış, ağaçlar daha güzel hışırdatmış yapraklarını…

Halit Usta kabak kemanesi ile daha güzel türküler söylemiş dostlarıyla. Melek kalpli hanımıyla birlikte bu bahçeye emek verip, güzelliğini seyre dalmışlar omuz omuza, mutlu mesut yaşamışlar…

Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine. Gökten Üç elma düşmüş;

Biri; anlatan divanenin başına.

Biri; köküne, özüne güvenerek , tebessümle yürüyen, alçak gönüllü insanların başına,

Biri de kendi türküsünü bulan küçük su kabağı ve Halit Usta’nın başına…

Fatma TUNA

Start typing and press Enter to search

Skip to content