NEŞELİ KÖYÜN SAKİNLERİ

Print Friendly, PDF & Email

Bir varmış bir yokmuş. Bir ne kadar az ve iki ne kadar çokmuş. Dünyada ölümden başka çaresi olmayan hiçbir şey yokmuş. Zamanın birinde masmavi nehirler ve yeşilliklerle süslü küçük bir köy varmış. Bu köy ziyarete gelen herkesi kendisine hayran bırakırmış. Çok uzak diyarlardan gelen bir nehir, köyü boydan boya dolaşır, yeşil tepeleri de geçerek başka köylere doğru yol alırmış. Yıllanmış çınar ağaçları, nehrin kenarına dizilir, güçlü kollarıyla rengarenk açan çiçekli ağaçlara gölge oluverirmiş. Köyün havası o kadar temizmiş ki bulutlar bile bir başka renkteymiş sanki. Gökyüzüne bakan herkes orada kendilerini bekleyen güzel bir gelecek olduğunu bilirmiş. Bu köyün insanları da pek bir neşeliymiş. Köye ayak basan herkesi, “Tanrı misafiridir” diyerek sofrasına davet edermiş. “Doğaya hürmet, insanlığa hürmettir” diyerek; toprağı ekip biçer, yeni ağaçlar eker ve hayvanların önüne bir kap yemek koyarlarmış. Neşeli Köy derlermiş buraya. Bu köy, küçük çocukların resim yaparken aklına gelen ilk yermiş. Fakat her yerde olduğu gibi burada da halinden memnun olmayan birisi varmış. Henüz dokuz, on yaşlarında küçük bir çocukmuş Alp. Kendinden emin bakışları ve herkese yeten diliyle köyün hem en sevileni hem de en garipseneniymiş.

Alp, yaşıtları gibi kırlarda koşup oynamak istemiyor, dinleyenleri mest eden kuşların ötüşlerini duymazdan geliyormuş. Herkes, ünlü bir ressamın fırçasından çıkmış gibi duran bu köye ziyarete gelirken o, arkasına bakmadan buradan gitmek istiyormuş. Küçük çocuğa , bu durumun nedenini sorduklarında ise tek bir şey diyormuş.

“Bu köyde yapacak hiçbir şey yok, çok canım sıkılıyor”.

Gel zaman git zaman durum iyice kötüleşmeye başlamış. Alp artık hiç kimsenin sözünü dinlemeyen kaba bir çocukmuş. Köye gelen ziyaretçileri, birbirinden ürkünç hikayelerle kovalamaya çalışırmış. Yerlere çöp atar, çiçekleri ezip üstüne basarmış. Hele minik bir kediyi evinin önünde görsün taş atıp arkasından koşarmış. Halbuki bir kere başını kaldırıp göğe baksa anlarmış, o köyün ne denli bir mucizeye tanık olduğunu.

Bir gün yine tüm köyü birbirine kattıktan sonra günü akşam edip, başını yastığa koymuş. O gün Ay Dede, küçük çocuğa hafifçe gülümsemiş. Aman Allahım, işte o gece, yumuşak yastığın taşa, kalın yorganın ise omzundaki yüke dönüşeceği günmüş. Küçük Alp, uzak diyarlara gideceği günü düşlerken uyuyakalmış fakat uyandığında çok başka bir dünyadaymış.

Neşeli köyün kahkahaları susmuş, meraklı ziyaretçileri ölü bir kalabalığa dönmüştü. Gürül gürül akan nehir durulmuş, cılız bir halde yoluna devam ediyordu. Masmavi sularının rengi silinmiş, balıklara nefes aldırmayan çirkin bir griye dönmüştü. Koca çınarların yerinde ise yeller esiyordu. Daha doğru esemiyordu. Yemyeşil orman sararıp solmuş, sonra da bir yangınla yok olmuştu. Doğa artık nefes alamıyor, ciğerlerine beton binalar batıyordu.

Alp, yaşadığı yerin ne denli güzel olduğunu bu kötü tabloya bakarken anlamıştı. Anlamıştı ama ne çare? Eve dönüş yolunu bir türlü bulamıyordu. Nehrin çamurlu sularında kendi yansımasına bile bakamıyordu fakat küçük bir balığın hayatta kalmak için çırpınışını görmüştü.

“Benim güzel köyüme ne oldu küçük balık?” diye sordu.

“Ah, neler olmadı ki. Gerçi her şeyin başı, çok eskiden ben henüz doğmamışken yaşanmış. Bir zamanlar, şimdi gördüğün taştan duvarların yerinde yemyeşil çayırlar ve her renkten çiçekler varmış. İçinde yüzdüğüm şu nehir masmavi, gürül gürül akarmış. İnsanlar buraya gelip, neşe içinde gülüp eğlenirmiş. Her şey, nehre atılan tek bir taş ile başlamış. Küçük bir çocuk varmış. Herkesin sevdiği bu güzel köy ona çok sıkıcı gelirmiş. O da köydekileri çileden çıkarmak için elinden ne gelirse ediverirmiş. Yerleri kirletir, nehirdeki balıkları isyan ettirir, çiçekleri ezip geçermiş. Halbuki bir kere göğe baksa, çiçekleri sulayıp hayvanlara bir kap yemek koysa anlarmış yaşadığı yerin mucizesini. Ama öyle olmamış tabi. Büyüdüğü vakit köyünü terk edip yeni meslekler edinmiş kendine. Edinsin tabi birbirinden güzel okullara gitmiş. Eli kalem tutar, zihninden işlem yapar olmuş. Güzel şarkılar öğrenmiş, yeni resimler çizmiş. Ancak bu öğrendiklerini faydalı bir işte kullanmayı hiç becerememiş. O sıkıcı dediği köyüne büyük makinelerle girmiş, ağacı kesmiş, hayvanları yuvasından etmiş. Ormanı yakıp yıkarak yerine beton bir bina dikmiş. Binanın bacasından kara dumanlar tüter, borularından ise pis sular akarmış. Dumanlar, çevredeki tüm oksijeni alır, temiz havayı mahvedermiş. Sular ise balıklara nefes bile aldırmayacak haldeymiş. O vakit, köye ziyarete gelenler gelmez olmuş ama köy her zamankinden daha kalabalıkmış. Yalnız bu yeni insanlar ne yeşilin kıymetini biliyor ne de mavi göğü görebiliyormuş. İşte o günden beridir köy artık iflah olmaz olmuş. Boş kalabalıkları ve ölü gözlü insanları o küçük çocuğu mutlu etmiş midir bilmem ama ben artık yaşayacak bir yer bulamıyorum” demiş küçük balık ve son çırpınışlarıyla can vermiş.

Alp, telaşla balığı dürtmüş, uyanması için yalvarmış. Bir daha hiç yaramazlık yapmayacağım diye ağlıyormuş. Köyün yeni hali hiç sevmemiş, siyah gri bir şehirmiş. Eski güzelliğini görmek için her şeyi yapmaya hazır hissediyormuş. İşte o an sular yükselmiş, balıklar karıncaları yemiş. Alp’in başı döne döne bir başka yöne devrilmiş. Küçük çocuk gözlerini yatağında açıvermiş.

Alp, o geceden sonra taşı eline almaz olmuş. Yeni tohumlar ekip, çiçekleri sulamış. Hayvanları besleyip yuvalarına bakar olmuş. Alp, o gün göğe bakmış ve anlamış ki bu dünya ancak birlikte olursak hayatta kalırmış. Maviyi mavi, yeşili yeşil bırakırsak doğa bizi kollarına alırmış. Doğa ancak bir çiçek ekersek, bir hayvanı beslersek, bir çocuğu yetiştirirken doğruyu gösterebilirsek zamana esir olmazmış.

Start typing and press Enter to search

Skip to content