NİNEMDEN DİNLEDİĞİM MASALLAR EBEGÜMECİ ÇORBASI

Print Friendly, PDF & Email

Bu masalı Rahmetli Susam  (Suzan ya da Zozan ben ismini bir türlü öğrenemedim)  nenemden dinlemiştim.

Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde, kalbur saman içinde pireler berber iken eski hamam içinde. Var varanın sür sürenin baykuşu çoktur viranenin. Hardan gelir, nurdan gelir, inci mercan halan gelir. Halamın elinde tabak, tabağın içinde kabak. Kabak seni doğrarım, suyuna ekmek banarım, senin aşkınla yanarım. Hergün kabak yiyipta amaaan bugündemi kabak diyenin tepesine binerim. Masal masal matladı kedi damdan atladı. Tam ortada kış gelince dondu kaldı. O orda beklesin, güne gün eklesin, biz de masalımızı anlatalım.

Vakti zamanında çini maçin ülkesinde bir padişah varmış. Bu padişahında biricik oğlu varmış. Oğlunun üstüne titrer, bir dediğini iki etmezmiş. Başka çocukları olmadığı için tahtın varisi olarak onu yerine hazırlar, hocalar, öğretmenler tutar her şeyin en iyisini öğrenmesi için çabalar dururmuş.

Gel zaman git zaman bu oğlan büyümüş, delikanlı olmuş. Her gün saraydan çıkar kırlarda bayırlarda at sürek, ok atar, av avlar keyfini çatarmış. Bir gün yine böyle bir ava gittiğinde avlandığı ormanın yakınındaki fakir bir köye girivermiş adamlmarıyla. Köyün girişinde de kadınlar çamaşır yıkıyorlarmış. Oğlan bu çamaşır yıkayan kadınların arasında genç bir kız görmüş. Dünyalar güzeli. Görür görmez de gözleri beynine akmış. Heyecandan kalbi yerinden çıkayazmış. Vurulmuş kıza anlayacağınız.

Sonra gelmiş evine. Hemen annesine tarif etmiş. “Ana ana can ana, derdime dermen ana. Bir kız gördüm aymıdır, kaşları var yaymıdır ne yap yap beni o kızla kavuştur ana. Vuruldum ben o kıza” anası oğlunun halini görünce hemen başlamış araştırmaya. Bir de ne görsün. O ülkenin en fakir köyünün, en fakir ailesinin en fakir kızıymış oğlunun gönlünü kaptırdığı. Ne demiş atalar gönül bu ota da konar, çöpe de konar.

Oğlunu karşısına almış ve “Aman oğlum vay oğlum, aklı bir karış havada hay oğlum. Gönül verdiğin kız fakir mi fakir. Babası hamal, anası natır, teyzesi katır, yengesi şatır. Anası da babası da bizim dengimiz değil gel sen bu sevdadan vazgeç yoksa baban ikimize de hazırlatır bir satır.” Diye vazgeçirmeye çalışmış oğlunu.

Ancak oğlan gönül verdiği kızı almadan yaşayamayacağını bildiği için sessiz kalmış ve bu sevdadan vazgeçtiğini zannetmişler herkes. Ama oğlan pazardan antika bir sandık satın almış, büyük bir sandıkmış bu. Bir gece gidip kızı anasından babasından istemiş ama sessiz sedasız, kimsenin haberi olmadan. Anası babası da kızlarının saraya gitmesini gizli de olsa şehzadenin hanımı olmasını istemişler ki tek kurtulsun bu hayattan, bu sefalettin diye.

Oğlan bir gece yarısı kızı getirmiş odasına. Sandığın içine saklamış. Sonra da hizmetçilerine haber vermiş. Bundan sonra yemeğimi odama getireceksiniz diye.

Böylece köylü kızı ile şehzade herkesten gizli bir şekilde evlenmişler ve şehzadenin odasında yaşamaya başlamışlar. Gel zaman git zaman şehzadenin ülkesi ile komşu ülke savaşa tutuşmuşlar. Öyle bir savaş ki aylarca sürmüş. Nihayet şehzade bu savaşta esir düşmüş ve gittiği gün akşamına geri gelmemiş. Ertesi akşam ve daha ertesi akşamda geri gelmemiş. Savaş bitmiş ama şehzade hala ortada yokmuş. Öldüğüne karar vermişler.

Bunun üzerine babası oğlunun odasındaki eski eşyeları pazara gönderip bir eskiciye satmış. Parasını da afiyetle cebine indirmiş. Koskoca padişah üç beş parça pılı pırtının parasına tamah ediyorsa vay o ülkenin haline.

Tabi sandıkta satılmış. Sandığı da ihtiyar bir kadın almış meğer. Getirmiş evine baş köşeye koymuş. Ama dışının süsüne ve güzelliğine takılıp kaldığı için kapağını açmak aklının ucuna bile gelmemiş. Her gün sabah evden çıkıyor konu komşuyu geziyor, akşama kadar çarşıda pazarda oyalanıyor akşam olunca da evine geliyormuş bu ihtiyar kadın. Ama birkaç gündür de garip şeyler oluyormuş. Eve geldiği zaman evin silinip süpürüldüğünü, yemeklerin yapıldığını her şeyin yerli yerinde oluduğunu görüyormuş. Tabi şaşırıyormuş. Kim yapıyor, niye yapıyor diye.

Nihayet bir gün işe gider gibi yapmış gitmemiş, kapının arkasına saklanmış. Kapıyı da açıp örtmüş. Az sonra sandığın kapağının açıldığını ve içinden dünyalar güzeli bir kızın çıktığını görmüş. Kız önce güzel bir şekilde karnını doyurmuş. Sonra da ortalığı derleyip toparlamış, silmiş, süpürmüş ve her şeyi yerli yerine oturtmuş. Sonra da tekrar tam sandığın içine girecekken nine yakalamış.

“İnmisin, cinmisin, sen kimsin?” diye sorunca kız çaresiz başından geçen her şeyi bir bir anlatmış nineye. Nine çok üzülmüş ve bundan sonra sen benim kızımsın diyerek onu bağrına basmış ve birlikte yaşamaya başlamışlar.

Gel zaman git zaman padişahın oğlu esaretten kurtulmuş ve memleketine dönmüş. Saraya babasının yanına gitmiş. Sonra da hemen odasına koşturmuş ama bakmış ki sandığın yerinde yeller esiyor. Hemen babasına sormuş. Padişah babası da kızmış. “Oğlum sen aklınımı kaçırdın yıllardır esarette idin, kurtulur kurtulmaş gelip o eski püskü sandığımı soruyorsun.” Diye. Oğlan bunun üzerine her şeyi olduğu gibi babasına anlatmış. Sonra da başlamış sandığı aratmaya.

Ülkenin her yerini aratmış ama maalesef bulamamış, bulduramamış. Çok sevdiği kızın hasretinden yataklara düşmüş. Üzülmüş hastalanmış süzülmüş. Babası da buna çok içerlemiş. Ülkesindeki tüm hekimleri toplamış oğlunun başına ve çaresini bulun demiş ama kim ne yaptıysa bir türlü çaresini bulamamış.

Nihayet padişahın akıl danesi bir akıl vermiş. Padişahım oğlunuzun iyileşmesinin tek çaresi sevdiğine kavuşmasıdır. Öyleyse hemen tellallar çıkaralım. Herkes oğlunuz için çorba yapıp göndersin. Kimin çorbası ona iyi gelirse bilelim ki ya o evdedir, ya eli o çorbadadır sevdiğinin.

Padişah hemen ülkeye telallar çıkarmış, bağırtmış. Herkes şifa niyetine oğluna çorba yapıp getirsin diye. Böylece başlamış saraya çorba akmaya. Herkes elinden gelen en iyi çorbayı yapıp şehzadeye ikram etmek üzere götürüyormuş ama günler günleri haftalar haftaları kovalamasına rağmen şehzade her geçen gün daha da kötüleşiyormuş.

Nihayet bu çorba meselesini nine ile kız da duymuş. Kız hemen şehzadenin çok sevdiği ebegümeci çorbasından yapmış. Tasın içine de daha önce oğlanın kendisine hediye ettiği yüzüğü koymuş ve nineye demişki, ninem ninem canım ninem bu çorbayı şehzadeye götür ikram et. Eğer seni içeri almazlarsa sarayın arka tarafına geç şehzadenin odasının penceresi oraya bakar. “Her derde şifa ebegümeci çorbası diye bağır seni içeri alırlar. Ondan sonrası Allah kerim demiş.

Nine kızın dediği gibi zorluklar içinde gelmiş sarayın kapısına. Kapıda bunu içeri almamışlar. Hadi ordan çekil git senin pis çorbana kalmadı şehzademiz diyerek bir de azarlamışlar. Nine kızın dediğıi gibi sarayın arka tarafındaki pençenin altında başlamış bağırmaya her derde deva ebegümeci çorba diye. Şehzade bunu duyunca hemen kadının huzuruna getirilmesini istemiş.

İhtiyar nine içeriye girmiş, çorbayı ikram etmiş. Şehzade çorbadan bir kaşık alır almaz bunu sevdiği kızın, eşinin yaptığını anlayıvermiş. Çorbanın hepisini büyük bir iştahla içmiş bitirmiş ve tasın dibindeki eşine ait yüzüğüde görünce hemen ninenin ellerine sarılmış. Başlamış yalvarmaya,

“nine nine canım nine, canım sana kurban nine, bu yüzüğün sahibi nerde?” diye.

Nine “dur oğlum ne zari zari yalvarıyon. Benim evde beni bekliyor. İstersen gel götüreyim. Bu kadar yalvarmana gerek yok” demiş. Şehzade ile hemen eve gitmişler. Bakmış ki sandık orda, kız da sandığın üstünde oturmuş onu bekliyor. Hemen sarılmışlar birbirlerine almış saraya getirmiş kızı. Tabi nineyide orada bırakmamış. Sarayda ona da bir oda vermişler. Tabi koskoca saray odamı yok. Nineye bir de maaş bağlamışlar.

Padişah oğlunun iyileştiğini görünce çok sevinmiş. Hemen emir vermiş düğün hazırlıklarına başlamışlar Kırk gün Kırk gece düğün yapılmış, şehzade ile köylü kızı yeniden evlenmişler. Mutlu mesut yaşayın gitmişler.

Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.

Start typing and press Enter to search

Skip to content