TEKKENİ SEÇ (2. Bölüm) PEHLİVANLAR TEKKESİ

Print Friendly, PDF & Email

Sesli Dİnle

Nur Banu’nun böbürlene böbürlene anlattığı okçuları dinleyen Murat artık dayanamadı ve söze girdi;

  • Biraz da pehlivanlardan bahsedelim isterseniz. Okçularımız kadar büyük pehlivanlarımız da var. Hem İstanbul’u fethetmek için bu ok meydanına ordugâhını kuran Fatih Sultan Mehmed Han okçuluk kadar güreşi de severdi. O’nun zamanında buralarda nice pehlivanlar, ne aslanlar yetişmişti.

Mert bu sefer de pehlivanları merak etti. “Onlar da bizim okçularımız gibi dünyanın en iyileri miydi?” diye sordu.

  • Öylelerdi elbette. Bir gün Bulgaristan’dan insan azmanı bir pehlivan gelmişti. Gören herkesin kalbine korku düşüren dev gibi bir pehlivandı. Fatih Sultan’da oradaydı. Bu dev gibi Bulgar pehlivanının karşısına Şecaaddin isimli bir pehlivanımız çıktı. Fatih Sultan ona “Allah yardımcın olsun Şecaaddin, Allah utandırmasın” dedi ama Şecaaddin bu dev pehlivanın yanında çocuk gibi kalıyordu. Yani bir beni düşün bir de seni. Murat’la Mert güreşecek, kim kazanır?

Mert’in yüzü asıldı. Tabii ki Murat kazanırdı. Ama öyle olmamıştı.

  • Herkes Bulgar pehlivan, Şecaaddin’i yerden yere vuracak diye beklerken Şecaaddin kıvrak hareketlerle Bulgar’ın arkasına dolandığı gibi beline sarıldı, önce onu bir sağa bir sola sallayıp dengesini bozdu, sonra da boynundan yakalayıp üzerine çöktü. Bulgar pehlivanın nefesi kesilmişti. Şecaaddin onu dakikalarca öyle tuttu ki iyice dermansız kalsın. Bu sırada seyirciler coşmuş, “yaşa Şecaaddin, var ol Şecaaddin” diye bağırıyorlar, ıslıklar çalıyorlar, heyecandan oldukları yerde tepiniyorlardı. Fatih Sultan da ayağa kalkıp alkış tutmuştu. Biraz sonra Şecaaddin Bulgar pehlivanı bırakıverdi. Herkes şaşırmıştı. Şecaaddin seyircilere dönüp “lütfen biraz sessiz olun, bu pehlivan güreşmeyi pek bilmiyor, siz coşunca iyice aklı gidiyor” dedi. Herkesi bir gülme aldı. Keyifler yerine gelmişti. Güreş tekrar başlayınca Şecaaddin bu defa Bulgar pehlivanın paçasını kaptı ve bir ayağını kaldırıp yere yıkıverdi, o sırada gövdesiyle diğer bacağının üzerine öyle bir bastırdı ki Bulgar avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. Bacağının acısından neredeyse pes edecekti. Şecaaddin yine acıdı, merhamet etti. Biraz da dalga geçer gibi tekrar pehlivanı bırakıverdi. Hakemlere dönüp “şuna biraz müsaade edin dinlensin, yoksa ölüverecek elimde” dedi. Hakemler de güreşi ertesi güne ertelediler. Ertesi gün herkes meydanda toplanmış güreşin nasıl biteceğini merak ediyordu ki bir de ne duysunlar; Bulgar pehlivan çoktan pılını pırtını toplamış memleketine dönmüştü bile. Kahkahalar havada uçuştu, korkusundan kaçan Bulgar pehlivanın bir daha adını duyan olmadı.

“Vay canına” dedi Mert. “Demekki güreş bile cüsse ile olmuyor. Güçlü olan kazanıyor.”

  • Sadece güç de değil. Oyun bilmek gerekir. Güreş bir akıl işidir. Teknik işidir. Rakibinin neresinden tutacağını, onu nasıl kaldıracağını, nasıl kapana sıkıştıracağını, ensesinden, boynundan, bacağından, kolundan nasıl destek alacağını bilirsen onu yenebilirsin. Ondan iri ya da güçlü olmasan bile yenebilirsin.

Mert buna pek inanamamıştı. “Belki de Şecaaddin gerçekten çok çok güçlü biriydi… Böyle başka güreşçi var mı acaba?” diye şüpheci bir soru daha sordu. “Dinle o zaman” dedi Murat;

  • Yine bir gün Mağrip’ten namı duyulmuş bir pehlivan gelmiş, bizim buralarda kendisini yenecek bir adam ararmış. Kendine güveniyor ya, kimseye yenilmeyeceğini düşünüyor. Bizimkiler de böyle pehlivanlara alışık. Çok görmüşler, çok yenmişler böylesini. Oturup karar veriyorlar, diyorlar ki en yaşlımız Hallaç Baba, önce onunla güreşsin, onu yenerse sonra bizimle güreşir. Öyle de yapmışlar. Ertesi gün Mağripli Pehlivan meydana çıkmış. Davulun zurnanın sesine bir ayak uydurmuş, ellerini dizlerine vura vura öyle bir peşrev yapmış ki sanırsın yıllardır bizim meydanlarda güreşiyor. Bütün heybetiyle güreşe girişmiş. Girişmiş ama giriştiğine de bin pişman olmuş. Hallaç Baba’nın daha ilk elensesiyle kendinden geçmiş, gözleri kararmış. Hallaç Baba ona öyle bir elense çekmiş ki Mağripli’nin bütün hevesi kursağında kalmış. Aklı giden Mağripli, Hallaç Baba’nın elinde oyuncak olmuş, Hallaç Baba Mağripli’nin sırtını yere getirivermiş. Güreş daha başlarken bitmiş.

“Dur” dedi Mert. “Sonunu ben tahmin edeyim; bir daha Mağripli’yi ne gören olmuş ne duyan.”

Minik Mert herkesi güldürmüştü. Ama gerçekten de böyle olmuştu. Mağripli memleketine dönmüş, bir daha da Türk illerinde Türk pehlivanlara meydan okumamaya yemin etmişti. Murat, atalarımızın pehlivanlıklarını bir bir anlattıktan sonra sözü Sultan 4. Murat Han’a getirdi. “padişahlarımızdan adaşım Sultan Murat Han da yaman bir pehlivandı. İsmim ona benzemiş, pehlivanlığım da benzer inşallah” dedi.

Pehlivanların piri de Peygamberimizin süt kardeşi ve amcası Hazreti Hamza idi. Çölde aslanlarla güreştiği söylenen, yiğitliğiyle bilinen Hamza’ya, Allah’ın aslanı diyorlardı. Ondan herkes çekiniyor, karşısına kimse çıkamıyordu. Onun bu gücü ve cesareti Peygamber Efendimizi korumuş, islam dininin yayılmasını hızlandırmıştı. Bütün pehlivanlar er meydanına çıktıklarında Hazreti Hamza için dua edip güreşe öyle başlarlardı. Meydan manilerinde de adı hep anılırdı.

Allah Allah illallah

Erler çıktı meydana

Biri birinden merdane

Biri ak, biri kara

Mevlam her birine kuvvet vere

Bu meydan er meydanıdır

Nice koç yiğitler bu meydandan geçti

Acı tatlı suyun içip göçtü

Atlar gibi tepişin

Aslanlar gibi kapışın

Ya Muhammed Ya Ali

Pehlivanların Pîri Hazreti Hamza Veli

Dellal çıksın aradan

Hepsine kuvvet versin yaradan

Pehlivan, pehlivan

İşte Meydan, işte pehlivan

Güreş edenlere yardım eder hazreti yaradan

Hani Ali, hani Veli

Pîrimiz Üstadımız Hazreti Hamza’dır belli

Karşıdan gelir kır at, kanatları kat kat

Gönderelim Hazreti Muhammed’e salavat

Allah Allah illallah

Hep birlikte pehlivanlarımıza

Alkışlar diyelim maşallah

Mert ağabeyinin ve ablasının neden bu sporları seçtiğini anlamıştı. Ata sporlarımıza meraklılardı ve atalarımızdan, köklerimizden kuvvet alıyorlardı. Bugün bizim yaşadığımız yerlerde asırlar önce atalarımızın kurduğu spor kulüpleri vardı. O zamanın kulüplerine tekke deniyordu. Okçular tekkesinde okçular, pehlivanlar tekkesinde pehlivanlar yetiştiriliyordu. Üstelik bu okçular ve pehlivanlar tekkelerde kalıyor, yiyor, içiyor, üstüne bir de maaş alıyorlardı. Bu tekkelerin kütüphaneleri, çay kahve ocakları, mescidleri de vardı. Tekkelere katılan sporcular burada okuyorlar, ilim ve edep öğreniyorlar, ibadetlerini yapıyorlar, sohbetler ediyorlar ve sporda ustalaşıyorlardı. Sadece güreş ya da okçulukla değil koşmayla, yüzmeyle, binicilikle, türlü türlü idmanlarla meşgul oluyorlar, kendilerini geliştiriyorlardı. Bütün bu talimlerin, terbiyenin asıl amacı cenge hazırlıklı olmaktı. Cenk savaş demekti. Kuvvetli ve sağlıklı cengaverler, yani savaşçılar olmak için gayret ediyorlardı. Artık savaşlar beden gücüyle değil teknolojiyle, silah gücüyle yapıldığı için biz bugün sporu eğlence ve oyun gibi görüyoruz. Ama eskiden savaşa hazır olmak için spor yapılırdı.

Bütün bu öğrendiklerinden sonra Mert hâlâ kararını verememişti. Okçuluk da güreş de sanki tam olarak onun istediği sporlar değildi. Onun biraz daha eğlenceli bir oyuna ihtiyacı vardı. Sonuçta daha küçüktü ve ağabeyi ya da ablası kadar disiplinli ve zorlu bir çalışma sürecine dayanamayabilirdi.

Futboldan zevkli, basketboldan eğlenceli, voleyboldan kolay, koşmak kadar sıkıcı olmayan, yüzmek kadar ıslak olmayan bir spor… Ne olabilirdi acaba?

Elinde şöyle raket gibi bir şey olsa da sağa sola savursa… Yok, yok tenis değil!

Kafasına havalı bir kask taksa… Hayır boks da değil!

Şöyle karate, judo gibi vurdulu kırdılı bir şey olsa ama Çin işi Japon işi olmasa…

Var mıydı acaba böyle bir spor? Babalar bilir diye düşündü ve babasına sordu;

  • Baba bizim atalarımız nasıl dövüşürdü acaba?
  • Kılıç ve kalkanla.
  • Ama ben kılıç kullanamam ki. Aslında kimse kullanamaz. Çok tehlikeli değil mi? Hem öyle bir spor yok bildiğim kadarıyla.
  • Var aslında. Gerçek bir kılıçla yapılmıyor elbette ama kılıç ve kalkan kullanmayı öğrenmek ve buna alışmak için atalarımız bir spor icat etmiş.
  • Nedir o spor?
  • Matrak.
  • Matrak bir spor mu, komik mi, nasıl yani, anlamadım?
  • Hayır, sporun adı matrak.
  • Haa sporun matrak bir ismi var diyorsun. Neymiş o isim?
  • Hayır hayır Mertciğim, sporun adı; matrak. Matrak sporu. Yapanlara da matrakçı ya da matrakbaz deniyor.
  • Hahahahaha, matrakbaz mı olayım yani, çok güzelmiş. Nasıl yapılıyor pekiyi?
  • Anlatmakla olmaz, gel seninle gidelim, yerinde görelim, öğrenelim.

– 0 –

Mert’in okçuluk ve güreş hakkında epey bilgisi oldu. Sence son bölümde hangi sporu öğrenecek? Önümüzdeki ay görüşmek üzere.

Kaynakça;

Çiftçi C. (2008) Tasavvuf Kitabı. İstanbul. Kitabevi.

Start typing and press Enter to search

Skip to content