SUSUZ AĞLAYALIM

Print Friendly, PDF & Email

Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni, Hikâye Anlatıcısı, Masal Anlatıcı Eğitmeni

Rüzgâr esiyor. Öyle çok hızlı da değil. Bir iki dakika arayla, yavaş yavaş, ılık ılık… Her estiğinde uzaklardan bir hediye getiriyor: çocuk kahkahaları, çiçek kokuları, kuş cıvıltıları… Rüzgâr esiyor. Gözlerim kapalı doğayı dinliyorum.

Irmaktayım. Suyun vücudumu sardığını, derimin nefes aldığını hissediyorum. Elbiselerimle sırt üstü suda yüzüyorum. Aslında sakin sakin akan ırmağın üstünde yatıyorum. Beni yavaşça böğürtlenlerin, kuşburunların olduğu tarafa sürüklerken dönüyor; birkaç kulaçta söğütlerin oraya ulaşıyor, tekrar sırt üstü yatıyorum. Yeşil yaprakların arasında masmavi gökyüzünü seyrediyorum.

Yaprakların arasında tüylü bir kuyruk… Dal bir aşağı bir yukarı sallanıyor. Yukarıdan bana bakan bir sincap görüyorum. Sanki gülümsüyor, sevgiyle bana bakıyor. Tüm ayrıntısıyla görebiliyorum. O tatlı yüzünü, küçük ellerini gözlerimle seviyorum. Sonra uzun uzun bulutlara bakıyor sincap. Birden bana tekrar dönüyor. Sararan yüzüyle, kıpkırmızı iri gözleriyle bana bakıyor. Ne oldu bu güzel hayvana, diyorum. Gözlerindeki nefreti, kalbindeki korkuyu hissedebiliyorum. Korkuyorum. Sonra sincap korkuyla çığlık atıp gözden kayboluyor.

Ve birden sert bir rüzgâr esiyor, saniyeler içinde mavi artık yok, kapkara bulutlar kaplıyor gökyüzünü. Güneş de kayboluyor. Dünya karanlıkta kaybolurken kulakları sağır eden yüksek bir ses, gözleri kör eden bir ışık sarıyor her yeri. Her değdiğini yok ediyor. Suyun ve toprağın altımdan kaydığını hissediyorum. Gözlerim açık ama göremiyorum. Parlak, yakıcı ışık her şeyi yutuyor. Atom bombası, diyorum içimden. Görmüyorum ama biliyorum. Hücrelerime kadar ayrıldığımı, kum taneleri gibi dağılıp savrulduğumu hissediyorum.

Boğulurcasına nefessiz çırpınırken gözlerimi açıyorum. Derin bir nefes… Ohhh! Sanki asırlardır gözlerim kapalı, kulaklarım tıkalıymış ama dünyada olanlara da şahitmişim gibi tuhaf bir hisle gördüğüm kâbustan çıkmaya çalışıyorum. Neredeyim ben? Işıktan kamaşan gözlerimle etrafa bakıyorum.

Hala Yeşilırmak’ın kenarındayım. Ağzıma dolan kumları tükürüp ayağa kalkıyorum. Irmaktan, ağaçlardan eser kalmamış. Sadece ağaçların kökleri ve ırmağın yatağı duruyor. Bir de karşıda heybetini ve yeşilliğini kaybetmiş Topçam Dağı.

Yavaş yavaş bu manzara bana tanıdık gelmeye başlıyor. Evet, evet! Buraya yürüyerek geldiğimi hatırlıyorum. Eski günleri düşünerek burada uyuyakaldığımı anımsıyorum.

Bu rüyayı ikinci görüşüm. Hayra mı yorsam şerre mi? Bilemedim. Bir de gerçekten atom bombası mı atılmıştı, onu da bilemedim. Hafızam durdu sanki. Hatırlayamıyorum o kısmı. Bir unutkanlık eksikti!

Çocukluk hatıralarımdaki yemyeşil, güzel şehir harabe olmuş, çöle dönmüş. Ağzım kurumuş susuzluktan. Su bulmalıyım. Yok, yok! Şimdi hatırladım çocuklarımı bulmalıyım. Korkmuşlardır geç kaldığım için. Olabildiğince büyük adımlarla geçici izler bırakarak yürüyorum.

Yine eskiye dalıyorum. Hafızam bir gidip bir geliyor. Bu rüyayı ilk gördüğümde yine buradaydım. Yanımda oğlum vardı. “Kesin atom bombası atıldı, rüyamda gördüm.” diyorum. Bir anda oldu, atom bombası yaktı her yeri, tüm sular buharlaştı.” diyorum. Oğlan acı acı gülüyor. “Bir anda olmadı baba, yüzyıllarca uzun sürdü bu felaket. Yavaş yavaş kıyamete sürüklediniz dünyayı. İsraf ettiğiniz her tişört için her pantolon için, içmeyip döktüğünüz 1 bardak kahve için bile binlerce litre su zay ettiniz. Sadece bu mu? Su kaynaklarını, ağaçları hatta tüm tabiatı yok ettiniz. Bu atom bombasını bizzat siz – babalar, anneler, dedeler, nineler- siz attınız, yavaş yavaş mahvettiniz dünyayı.” diyor.

Haklı çocuk, hatırlıyorum… Çöküşün çok hızlı olduğunu, insanoğlunun hatasını ve acizliğini çok geç anladığını, yapacak hiçbir şeyin kalmadığını anladıklarındaki pişmanlığı anlatmak istiyorum oğluma. Ama susuyorum, ağlamak istiyorum. Suyun olmadığı bu dünyada gözyaşı dökemem, ağlamayı hak etmiyorum. Gülmeyi hiç…

Yürüyorum. Çorak toprak ayaklarımı; kirli rüzgâr genzimi, elimi, yüzümü, her yerimi yakıyor. Bir zaman sonra rüzgâr iyice hızlanıyor. Hava bozacak, bulutlar hızla ışığı kovuyor. Yağmurun yağmayacağını biliyorum. Büyük Fırtınaya yakalanmadan evime ulaşmalıyım.

Uzaktan kızımın sesini duyuyorum. “Baba, baba!” Rüzgârla havalanan kumlardan görüş mesafesi iyice azalmış. “Geldim kızım, geldim korkma!” Susuzluktan dudakları çatlamış kızım boynuma sarılıyor. Ağlamaklı bir sesle “Baba seni çok merak ettik, nerede kaldın?” diyor, sonra ağlıyor.

Suyun olmadığı bu dünyada gözyaşı dökemezsin, diyorum. ” Ne olursa olsun ağlamamalıyız. Döktüğümüz gözyaşını yerine koyamayabiliriz.”

Susuz ağlıyorum, diyor. Kolları boynumda hıçkıra hıçkıra susuz ağlıyor.

Hafızamı bir türlü toparlayamıyorum. Dünde miyim, günde miyim? Bilmiyorum.

— Abinle annen neredeler?

— Sen olmadığın için su kuyusuna onlar indi, gelirler birazdan; diyor kızım.

Fırtınanın içinde, yüzümüz gözümüz kapalı, büyük adımlarla kol kola yürüyoruz.

Bütün bir şehir savaştan çıkmış gibi. Harabeye dönmüş evlerin çöplüğünden oluşan gri bir şehir. Susuzluktan ve açlıktan insanlar buraları terk etti. Gidenlerin de hiç umutları yoktu aslında. Biz şanslıydık çoğuna göre. Eski güzel günlerde babamın bahçemize açtırdığım su kuyusu ayakta tuttu bizi yıllarca. Yudum yudum kullandığımız bu suyla ancak patates, sarımsak gibi susuzluğa dayanıklı sebzeler yetiştirebildik. Fakat su son zamanlarda iyice azaldı. Bırak sebze sulamayı, içmeye bile yetmiyor.

Bizimkiler, su azaldıkça daha da kazdığımız derin kuyudan kazasız belasız çıkmışlar. Çok şükür! Kuyunun çökmesinden korktuğumdan hep ben inerdim kuyuya. İşte geliyorlar! Elleri boş, suratları asık, moralleri bozuk. Su yok, diyor Hanım. Gözyaşlarını tutuyor. Ağlamıyor. Gitmeli buralardan, diyorum. Gitmeli… Gitmeli de nereye? Gidecek bir yer yok ki!

Irmak yatağına yakın alanda birçok kuyu kazıyoruz. Stoktaki sular tükendi. Enerjimiz ve umudumuz da tükeniyor. Yeşil bir işaret arıyoruz. Hayata dair bir iz… Yok, yok, yok! Hiçbir şey yok. Vazgeçiyorum artık. Savaşacak gücüm kalmadı. Ne olacaksa olsun, diyorum içimden. Çocuklarıma takılıyor gözlerim. Hayır, diyorum. Olamaz, olmamalı. Medet Ya Rabbi, diyorum.

Ben çaresizliğimi düşünürken çocuklar parmaklarıyla bir yeri işaret ediyorlar. Allah, Allah! Aylardır ilk defa yüzleri gülüyor çocukların. Yeşil bir filiz, ağaç kökünde patlayan bir ışkın… Umudumuz yeşeriyor. Ağaç kökünün etrafını açıyoruz. Toprağı aşıp ışığa ulaşan ağacın asırlık kökleri her nasılsa canlı ve nemli. Kök dallarının bir yerinden, kırık bir daldan hayat sızdırıyor ağaç damla damla. Yaşamı biriktiriyoruz kovada. Ağaca tutunurken hayata tutunuyoruz. Artık doya doya ağlayabiliriz. Annemize sarılır gibi sarılıyoruz köklenmiş ağaca, biraz utangaç biraz mahcup. Hıçkıra hıçkıra ağlıyoruz. Kirpiklerimiz ıslanıyor. Çocuk gibi ağlıyoruz. Ağladıkça hafifliyor, ağladıkça gülümsüyoruz.

Start typing and press Enter to search

Skip to content