KARA GÜLMEZ

Print Friendly, PDF & Email

Zaman zaman içinde, kalbur zaman içinde, devler top oynarken eski hamam içinde, ne in vardı, ne cin vardı; ne sen vardın, ne ben vardım, vara vara vardım, bir de baktım bir meydan, vay ne meydan ne meydan! Bir yanı sazlık samanlık… Bir yanı tozluk dumanlık… Bir yanında demirciler demir döğer örsünen, çekicinen… Bir yanda yetmiş iki millet harbeder topunan, tüfeğinen. Bir yanı da halinden hâli, boş! Bundan alâ dünya mı olur hoş!

Varvaradan, sür süreden, şimdi geçti buradan; sinek geldi, vızladı havadan; yağını süzdük üç altmış tavaya! Derisini sattık yarım milyon liraya! Kemiklerinden de bir köprü kurduk, Kızıl ırmakla Yeşil ırmak arası! Gelen geçsin, geçen gitsin, ne pulu var ne parası!

-O da yalan, bu da yalan…
-O yalan, bu yalan fili yuttu bir yılan, bu da mı yalan?
-O yalan, bu yalan; pireye binip de deveyi sırtına alan; bu da mı yalan?
-O da yalan, bu da yalan…

-Peki, bir varmış bir yokmuş, Allah’ın kulu çokmuş, söylemesi günahmış. Develer tellâl iken, keçiler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallarken, gün görmüş, devran sürmüş bir padişah varmış. Bu padişahında darı dünyada iki oğlu varmış. Allah bu iki çocuğu bir anadan, bir babadan yaratmış ama, huyunu, suyunu bir yaratmamış; büyüğü, Kara gülmez’in biriymiş. Herkese yüzünü karartır, kimselere ağız açtırmaz; “Canım” diyene, “Canın çıksın!” dermiş…Ama küçüğü, güler yüzlü, tatlı diliyle herkesi okşar; yetim, yoksul demez; gönül alır, gönül yaparmış. Eh, huy deyip de geçmeyin, huydur adamı vezir eden! Huydur adamı kizir eden! Ülkenin ileri gelenleri: Padişahımız zamanında dünyamız dünya ama, Allah geçinden versin, bir gün gelip gözünü yumar da yerine büyük oğlu geçerse, dünyayı bize cehennem eder; velâkin küçük oğlu geçerse her yeri cennete çevirir. Bakalım Allah, kulluğumuza göre bize hangisini ihsan edecek? Diye kendi aralarında dertleşir dururlarmış. Yalan yok padişah bile bu durumu dert edermiş.

Tacım, tahtım şu Karagülmez’e kalırsa elâlem yedi ceddime lânet okur. Ne yapmalı, nasıl bir yol bulup bu memleketi küçüğe bağışlamalı? Diye düşünürmüş, ama boşa kor dolmaz; doluya kor, almaz; bir türlü bir dala konduramazmış.

Padişah derdine çare bulamadan yedi yıl geçmiş aradan. Üstelik düşüne düşüne gözlerine karasu inmiş, iki gözü birden kör olmuş. Dünya, padişahın başına zindan olmuş. Dört bir yana adamlar gönderilir; kırk evliyaya adaklar adanır; yerden gökten derman aranır. Çağırmadık hekim, çalmadık merhem koymazlar. Bu yedi yıl böyle geçer. Dert veren Allah dermanını da verir, verir ama, şu insan dediğin otun, kurdun, kuşun dilinden anlasın yoksa! Her biri kendi dilince: Ben bu derde devayım, Ben şu hastalığa şifayım diyor ama, duyacak kul hani; kulak hani? Bu, binde birine nasip olur; o kul da kim bilir nerede?

Padişahın hekimden, hâkimden umudu kesilince çarnaçar böyle birini sorup soruşturmaya başlar. Bunu bilse, bilse Bezirgânbaşı bilir derler ve onu çağırırlar.

-Dağın, bayırın dilinden anlarsan sen anlarsın; bu gözlerin şifası nedir, nedendir? Ya bunu bileceksin, ya bileni bulacaksın derler.

Bezirganbâşı dikkatle dinler ve başını sallar:

Başım, padişahın yoluna kurban! Dağın, bayırın dilinden anlasa anlasa Kaf dağındaki çoban anlar; ferman verin, kervan kurayım inşallah elim boş, yüzüm kara dönmem. Diye karşılık verir. Doğru söze ne denir? Ferman verilir, kervan yola dizilir.

Kervan Kaf dağına doğru yol almakta olsun, padişah ta üzüm üzüm üzülerek günü güne ekler, umutla tam yedi yıl kervanı bekler. Gece güne kavuşmaz mı? kavuşur elbet. Bu yedi yılda geçer kervan karşıdan sökün eyler; gelir bezirgânbaşı görüp duyduğunu padişaha anlatmaya başlar.

-Padişahım, kervan kurup yola yola düştükten sonra Kaf Dağına yettik, konduk, konuştuk. Bu çoban ama , kavalı var, sürüsü yok, ateşi var aşı yok. Ne yer, ne içer bir Allah bilir. Ne ise, eğildim eline vardım “Çok yaşa oğlum” dedi. Ben de “Yaşarsa padişahım yaşasın; deyip çobanın yamacına durdum, derdinizi anlatmaya koyuldum. Çoban öyle bir dinledi, öyle bir dinledi ki ağzı açık kaldı. Sözü ben bıraktım o aldı;

-Bezirgânbaşı, bezirgânbaşı, böyle dağ başında fermanla derman aranmaz; aransa da bulunmaz; bulunsa bulunsa her şeyin huyuna, suyuna göre akmayla bulunur. Bu da eşref saati ister. Senin kurt, kuş dediğin her gün konuşur ama ot, çöp dediğin Hıdırellez’den Hıdırellez’e dile gelir bekler misin o günleri? Diye sordu. Ben de

-Çoban baba, çoban bana beklemez olur muyum? Ben padişahım için bir yıl değil, bin yıl olsa beklerim. Dediğimi de yaptım; Yıl dolup ta gün başımızın üstüne dolandığı zaman çoban baba beni dizinin dibine oturttu ve

-Dün Hıdırellez’di Bezirgânbaşı al, yeşil giyindi, donandı dağlar; elvan elvan açtı, bezendi bağlar. Beklediğimiz gün, bugün; saat, bu saat dedim; eğildim kulak verdim; her biri kendi dilince Hakka yalvarıyordu… Derken, bir su başında bir sarı çiçek gördüm. Bu çiçek gece demez gündüz demez, dere kıyılarında sarı başını sallar durur. Bu dağlarda çoban olalı bu çiçeğin bir derdi var nedir ki, der dururdum. Dün dört bir yandan seslenen cümle çiçeği, böceği bir yana koydum da onunla konuştum.

-Sarı çiçek ne derdin var, inim inim inlersin?

-Çoban baba, ben inlemeyeyim de kimler inlesin? Dertlilere deva gözsüzlere şifa iki dilim yaprağım vardı; elimden aldırdım.

-Kim aldı?
-Sarı yılan.
-Sarı yılan ne oldu?
-Sarı dereye kaçtı.
-Sarı dere ne oldu?
-Sarı öküz içti.
-Sarı öküz ne oldu?
-Sarı dağa kaçtı.
-Sarı dağ ne oldu?
-Yandı kül oldu.

Ben vay vay diye dövünürken, sarı çiçek

-Sen üzülme çoban baba, çünkü ne sarı yılan yandı ne yeşil yapraklarım tutuştu, sarı yılan sarı söğüdün kovuğuna yerleşti. Yürüyecek ayağım olsa, yürür giderim, tutacak elim olsa elinden den alırım dedi. Duydun mu Bezirgân

-Sarı çiçeğin eli ayağı yoksa, padişahın oğullarının da yok değil ya! O yılan şimdi, sarı söğüdün dibinde, yapraklarda diliyle dişinin arasındaymış. Padişahın gözlerine şifadır, gelip bu yaprakları, o yılanın ağzından alsınlar. Hangisi bu işin altından kalkarsa, padişahımızda vereceğini ona verir, düşüncesinde kurtulur.

-Bezirgan kulunuzda şimdi siz hünkarına söylüyor.

O gün Bezirgân gidince, padişah oğullarını başına toplamış

-Oğullarım, Allah kimseyi gözden , dizden etmesin, Bu iki yaprağı yılanın ağzından kim alır getirirse , tacım tahtım onun olsun. Gayrı ne tahtta gözüm kaldı, ne taçta; sizi dünya gözüyle bir göreyim bu yeter bana.

Büyük oğlu Karagülmez tacı, tahtı duyar da durur mu? Ben, bensem bu sarı söğüdü öküzün boynunda olsa da bulurum, o iki dilim yaprağı da yılanın ağzından değil, ejderhanın dişleri arasından bile çeker alırım. Tacına, tahtına lâyık olan bir ben varım, başkası değil! Tez hazırlayın kır atımı; bir heybe dolusu da altın bağlayın terkime; yedi yıla kadar gelirsem gelirim, gelmezsem öldü bilin beni demiş ve yola revan olmuş. Az gitmiş, uz gitmiş, atı ay bir güz gitmiş, derken bir sabah bir garip adam boylu boyunca uzanmış; eli başında, dili dışarda, inim inim inliyormuş; Karagülmez hemen kaşlarını çatmış ve bir kamçı atmış.

-Benim kim olduğumu bilmiyor musun? Ben bugünün şehzadesi, yarının padişahıyım. Çekil yolumdan yoksa çiğner geçerim seni! diye bağırmış.

Yerde yatan adam elini uzatarak

-Ey Allah’ın kulu, yiğit dediğin düşenin elinden tutar kaldırır. Yiğit isen, yiğitliğini göster, diye yalvarmış.

Karagülmez bu yalvarışlarla, yüzünü bin kat daha karartmış ve yerde adama bir kamçı daha indirmiş.

Yerde yatan adam da;

-Ey Allah’ın kulu, kimin ne olduğu bilinmez, karşına ağzı dualı bir kul çıkarsa, ya yoluna toz, duman çöker; ya da güvendiğin dağlara kar yağar. Erinde, geçinde bir ummadığına uğrarsın. Ey, kapkara dilli, Karagülmez! Atınla, adınla taş kesil demesiyle Karagülmez’in taş kesilmesi bir olur.

Aradan bir yedi yıl daha geçer; ne giden döner geri, ne de alınır haberi… Taş yüreklinin taş kesildiğini nereden bilecekler ki. Padişah ve ülke halkı Karagülmezi

Öldü bilirler, kırk gün kırk gece yas tutarlar.

Padişahın küçük oğlu, padişah babasına yol bilir erkân bilir adamlar gönderir.

-Benim canım ağamın canından tatlı, babamın gözünden üstün değil ya ! Ruhsat olursa, ben de bahtımı bir deneyeyim, kader kısmet ne imiş gidip göreyim. Ya o yılanın ağzından iki dilim yaprağı alır gelirim, ya da bu canı, bu yolda veririm. Ölümden ötesi yok demiş…

Babasının rızasını alan küçük şehzade, yediden yetmişe bir memleket dolusu gönül almış, helallik almış ve demir çarık, demir asâ yola düşmüş. Az gitmiş, uz gitmiş, derelerden sel gibi, tepelerden yel gibi geçerek bir yol ağzına gelmiş, yeşil başlı bir adam, boylu boyunca, eli başında, dili dışarda inim inim inliyor. Şehzade adamı görünce, gözlerinde yaş, yüreğinde sızı olmuş. Yerde yatan adama hemen el vermiş

-Seni buralara kim attı? Bu dertlere kim kattı? Ne derdin varsa derman olayım. Bir düşmanın varsa kalkan olayım diye hatır gönül almış

Yaşlı adam canlanmış cana gelmiş, şehzadeye

-Bana Yılanlı dede derler; sen beni tanımazsın ama, ben seni tanırım. Ben senden dertli görünsem de baban benden dertli. Şimdi beni iyi dinle.. Dağdan yürü, kırdan git. Sarı öküzün içtiği sarı dere, karşıki sarı dağın oyuğunda; sarı yılan da sarı derenin alt başındaki sarı söğüdün kovuğunda. Onu arıyorsun değil mi? Benden bir selam götür ve dile dilediğini deyip şehzadeyi uğurlar.

Küçük şehzade sarı dağdan aşar, sarı dereye ulaşmış; sarı söğüde yanaşıp sarı yılana yaklaşmış; biraz beklemiş. Sarı yılan başını kaldırmış şehzadeyi görünce

-Ey insan oğlu dile benden dileğini deyince

Şehzade;

-Ne dileyeceğim yılan kardeş, babamın gözleri için iki yaprak dilerim deyince

Yılan dilinin altından iki dilim yaprak verir. Şehzade onları koynuna koymuş ve geldiği yoldan dönmüş ama gider gider yol bitmez. Dizlerinin feri kesilmiş, adım atacak takati kalmamış ve olduğu yere çöküvermiş, gözlerini buram buram uyku bürümüş.

Kul daralmayınca, Hızır yetişmez mi? Şehzade ne kadar uyudu bilinmez, gözlerini bir açmış, baş ucunda bir boz atlı.

-Yorulmuş yolda kalmışa benziyorsun oğul, terkime alıp gideceğin yere götüreyim seni, alır terkisine ve Yum gözünü der ona, yumar gözünü… Aç gözünü der açar gözünü.

Şehzade bir de bakar ki memleketine gelmiş. Hemen attan iner, atlının eline eteğine sarılmak ister ama, kaşla göz arasında atlı sırra kadem basar. Yediden yetmişe koca bir memleket karşılamış onu, lakin, hiç birinin ağzını bıçak açmıyormuş. Şehzade, Elbet bunda da bir iş vardır demiş ve açmış padişah babasının kapısını; o an anlamış niçin insanların boyunları bükük, ağızlarının düğümlü olduğunu.. Padişah babası ölüm döşeğinde, ecel terleri döküyor. Şehzadenin gözyaşından bir damla babasının yüzüne düşmüş. Padişah bu bir damla göz yaşından oğlunun kokusun almış, ayılmış -Geldin mi oğul?

-Geldim baba

-Getirdin mi oğul?

-Getirdim baba

Şehzade koynunda sakladığı iki dilim yaprağı babasının gözlerine sürer. Hikmeti Hüda, bir gözü açılır ve dünya gözüyle küçük oğlunu görür ama, öbür gözü açılmaz. O zaman “Gayrı inandım büyük oğlum ölmüş” der kendi kendine ve ruhunu teslim etmiş. Ne de olsa babalık bu, bir gözü açık, bir gözü kapalı gider öteki dünyaya…

Şehzade babasının tahtına oturmuş ve ülke de bolluk bereket huzur içinde yaşamışlar.

Gökten üç elma düşmüş. Biri bu masalı ilk anlatana, biri okuyup dinleyenlere, biri kadir kıymet bilenlerin başına…

Kaynakça:, Eflatun Cem GÜNEY, Gökten Üç Elma Düştü, Doğan Kardeş Yayınları İstanbul 1967

Start typing and press Enter to search

Skip to content