DÜŞLERİN ANAHTARI

Print Friendly, PDF & Email

“bakmak” ve “görmek” eylemlerinin birbirlerinden bağımsız ve farklı eylemler olduğu konusunda bir şeyler duymuşsunuzdur. Her bakan göz görmez, her bakan aynı şeyi görmez, her bakışta aynı şey görülmez… bunlar böyle çoğaltılabilir, bakış ilginç bir fenomen.

Cehennemin sosyal tarihine dair bir araştırma yaparken, doğaüstü bir gözlemci tarafından izlenmek bizleri daha iyi mi yapıyor sorusunun yol açtığı birtakım tartışmaları ve devamında yapılan bazı sosyal deney raporlarını okumuştum. Dinlerdeki, doğaüstü izleyici olan tanrı ile sosyal hayatta bize izlendiğimizi düşündüren mekanizmalar arasında işlevsel bir ilişki kuruluyordu. Buna göre bizler izlendiğimizi düşündüğümüzde, gözetim altında olduğumuzu bildiğimizde bile daha iyi hareket etmeye motive oluyoruz. Kevin Haley ve Don Fessler isimli iki araştırmacı izlenmenin en ince ipuçlarının bile güzel davranışları ortaya çıkarmak için yeterli olduğunu göstermek istemişler ve bir deney tasarlamışlar. . Deneylerinin ilk aşamasında, bazı ABD katılımcılarını sıradan bir bilgisayar ekran koruyucusu gibi görünen insan gözlerinin çizimlerine gizlice maruz bırakıyorlar, kontrol grubundaki diğerleri ise hiçbir uyaran veya gözlerle ilgisi olmayan bir ekran koruyucu görüyor. Daha sonra katılımcılar, ilgisiz bir deney olduğunu düşündükleri ikinci aşamada, tek atımlık Diktatör Oyunu’nun bir versiyonunu oynadılar. Diktatör oyunu herkese belli bir miktar paranın verildiği ve kişilerin paranın herhangi bir kısmını misilleme yapamayan bir yabancıya transfer etme fırsatı bulduğu bir oyun. Para verecek katılımcıların bulunduğu gruba diğer grup üyeleri hakkında bilgi verilmiyor. İnsan gözüne maruz kalan katılımcıların %55 daha cömert olduğu hesaplanıyor. Bu deney bize gösteriyor ki insanlar sosyal izlemeye o kadar duyarlıdır ki gözlerin şematik temsilleri bile davranışı daha toplum yanlısı bir yönde değiştirebilir. Bu hipervijilans insanlar sadece gözlerle şematik bir yüz gibi görünecek şekilde düzenlenmiş üç siyah noktaya bakarken bile görünebilir. Bu deneysel bulgularda insanların sadece göze maruz kalması dikkat çekicidir. Ödül sözü yok, ceza tehdidi yok. Gözetim altında olduğumuzu bilmek bile bizi en iyi şekilde ilerletmek için motive etmeye yeterlidir.

John Berger “Görme Biçimleri”nde “düşündüklerimiz ya da inandıklarımız nesneleri görüşümüzü etkiler.” der. “Bir imgeyi algılayışımız ya da değerlendirişimiz aynı zamanda görme biçimimize bağlıdır.” Berger’in bizi düşünmeye çağırdığı şey, baktığımız şeyin neyi gösteriyor olduğu değil, ona baktığımız zaman neyi neden gördüğümüz.

Yazının girişindeki tablo Belçikalı ressam Rene Magritte’e ait. 1927-1930 yılları arasında ortaya koyduğu bir seriye ait bu resim, ismi Düşlerin Anahtarı. Resimde dört eş parçaya bölünmüş bir pencereyi andıran çerçeve içerisinde son derece gerçekçi resmedilmiş dört farklı nesne görüyoruz. Her bir nesnenin altında da nesnelerin isimleri olduğunu tahmin ettiğimiz isimler yazıyor. Bunlardan yalnızca biri doğru: l’eponge(sünger). Diğer üç nesne ise yanlış adlandırılmış: çantanın altında le ciel(gökyüzü), çakının altında l’oiseau(kuş) ve yaprağın altında la table(masa) yazıyor. Ressamın düşüncesine göre bir nesnenin geleneklerin ona yüklediği imgeler ile yine başka geleneklerin ona yüklediği isimlendirmelerin işlevler ayrı ayrıdır. Ben burada geleneklerin nasıl çalıştığını irdelemeyeceğim ama ressamın anlatmak istediği şey ile benim bu yazıda anlatmak istediğim şey aynı yere çıkıyor. Gördüklerimiz ve onlara yüklediğimiz anlamlar, onlara dair söylediklerimiz arasında uçurum olabileceğini ama bazen de bunların üst üste gelebileceğini anlatmaya çalışıyor Magritte. Yani esas olan şey nesne, bakılan şey değil bakan şey, özne. Baktığımız şeyin anlamlandırılması özne tasarımı üzerinden oluşuyor. Üzerine söz söylenecek olan, ancak ben onun üzerine bir söz söylediğim zaman kesin bilgi olarak ortaya konulabilir. Onun dışındaki her şeyin varlığından ve bilgisinden şüphe ederim, şüphe edemeyeceğim tek şey gördüğümdür, diyor Descartes. Beni de içine alabilecek bir şeyi ancak kendi dolayımımla bilebilirim. Ben başkalarının görmediği bir şeyi görebilirim. Karşımızdaki nesne hepimizi farklı etkiler. Sanat dediğimiz zaman bir görme biçiminin bir temsilini anlıyoruz. Sanat mimesis(taklit) demek. Bir modele bakarak üretilen kopyalardan bahsediyoruz aslında. 17. Yy’a kadar bizim sanat eserlerinde görmediğimiz şey perspektifti, bu yy’dan itibaren nesne değil nesnenin karşısında duran, nesneyi gören özne önemli olmaya başlıyor. Estetikle, şeyler ya da kavramlar bana akıl yoluyla evrensel bir şekilde bizzat sadece benim üzerimdeki etkileriyle gelirler. Benim duyumsadığım, özümsediğim, hissettiğim bir etkiyle gelirler. Ben, baktığım zaman başkalarının görmediği bir şey görebilirim. Karşmızdaki nesne hepimizi farklı etkiler. Roland Barthes, CAmera Lucida’da bir terim kullanır: Sutidium, her neye bakıyorsak, karşımızdaki her neyin fotoğrafıysa o, hepimizin gördüğü şeylerin toplamıdır. Bu o fotoğraf –ya da her neyse karşımızdaki- hakkında ne söylersek söyleyelim söylenebilecek yeni bir şeylerin her zaman var olduğunu düşündürüyor bana. Bunu göz önünde bulundurarak bir konuda he şeyin asla tam olarak söylenemeyeceğini söyleyebiliriz. bizim bakışımızla o nesne tartışma alanına giriyor olabilir, yüzyıllardır tartışma alanının içinde de olabilir ama her zaman söyleyecek yeni bir şeyler vardır.

Bakışa dair ortaya konan birçok farklı şey var aslında ben burada sınırlı olarak yalnızca birkaç tanesine değinebildim ancak bakmak ve görmek arasındaki farktan söz ederek “görmek” eylemi üzerine dikkat çekmeye ve sizi bunun üzerine biraz düşünmeye çağırmaya çağırdım. “görmek”le de bitmiyor mesele, hatta esas olan, gördükten sonra başlıyor. Bakış aldatır, düşüncenin sağlam sularına düşmek lazım.

Start typing and press Enter to search

Skip to content