ALTINLAR KARDEŞLER

Print Friendly, PDF & Email

Yazarın Kendi Sesinden Dinle

Bir varmış bir yokmuş. Dünya olağanüstü güzelliklerle doluymuş. Her kayanın altından bir çiçek çıkar, her dalganın ardından bir mucize doğarmış. Olan her şey tıpkı olması gerektiği gibiymiş. Ne eksik ne de fazla. Dünya muazzam bir dengedeymiş. İnsanoğlu, hayat denilen bu mücadelede kendi dengesini korumakla görevliymiş. Kimseyi kırmamalı, kimsenin hakkını kimsede bırakmamalıymış. Vefa denilen duyguyu ölse bile unutmamalıymış. Ancak yaratılışın üzerinden o kadar çok zaman geçmiş ki insanoğlu, bencillik denilen illete tutuluvermiş ve kendinden başka hiç kimseyi düşünemez hale gelmiş.

Yeryüzünde uçsuz bucaksız kırların kol gezdiği bir memleket varmış. Bu memleket öyle güzelmiş ki dağları, ovaları ve nehirleriyle adeta usta bir ressamın fırçasından çıkmış gibiymiş. Öyleymiş de zaten. Kainatın yaratıcısı, yeryüzündeki her şeyi özenle işlemiş. Ancak bu memleket diğer ülkeler gibi değilmiş. Taşı, toprağı, suyu her şeyi varmış ama altınları yok denecek kadar azmış. Bu yüzden komşu ülkeler tarafından hep rahatsız edilirmiş. Burada yaşayanların zengini çok zengin, fakiri ise çok fakirmiş. Kimi kocaman, lüks evlerde yaşarken kimi de tahtalardan yapılmış derme çatma kulübelerde yaşarmış.

Doğdukları günden beri bu kırlarda yaşayan; burada gülen, burada ağlayan iki arkadaş varmış. Bu delikanlılar henüz on beş, on altı yaşlarındaymış. İsimleri de Aras ve Barış’mış. Aras, uzun boylu, rahatına düşkün, komik bir çocukmuş. Barış ise becerikli, düşünceli bir çocukmuş ve Aras’a göre daha olgunmuş. Bu iki arkadaş birbirlerinden gece ve gündüz kadar farklılarmış ancak bu farklılıkları birbirlerini gece ve gündüz kadar da iyi tamamlamalarına da yardımcı oluyormuş. Her sabah erkenden kalkıp odun toplamak için ormana giderlermiş. Ardından da evlerine geri dönerler ve hayvan sürülerini de önlerine katarak uçsuz bucaksız kırlarda çobanlık yapmaya giderlermiş. İşte böyle günlerden birinde gençler erkenden uyanmışlar, hazırlanmışlar ardından da ormanın yolunu tutmuşlar. Yol boyunca Aras söylenmiş durmuş.

“Bıktım artık her gün aynı işleri yapmaktan! Biz neden diğerleri gibi o kocaman evlerde oturamıyoruz ki?” demiş.

“Şikayet ederek bir yere varamazsın. Bir şeyleri değiştirmek istiyorsan çok çalışmalısın” demiş Barış ancak Aras’ın çalışmaya hiç gönlü yokmuş. Barış’ın odun toplamaya başladığı vakit Aras, boş boş etrafta dolanıyormuş. Kafasında bin bir türlü plan varmış ancak hiçbirini yapmak için yeterli cesareti yokmuş. Ne yapsam ne etsem de çalışmaktan kurtulsam diye düşünürken çalılıkların arasında parlayan bir şey görmüş. Yavaşça eğilip bakmış. Bir de ne görsün. Ağzı açık bir kesenin içinde bir sürü altın varmış. O kadar çok sevinmiş ki az kalsın çığlık atacakmış. Ancak kafasında dönüp duran tilkiler onu susturmuş. Çünkü altınları bulduğunu Barış öğrenirse almasına asla izin vermezmiş. Hem altınları almasına ses etmese bile o zaman yarı yarıya onunla paylaşması gerekirmiş. Hayır! Aras altınların hepsini alarak ömür boyu çalışmaktan kurtulmak istiyormuş. O yüzden hiç sesini çıkarmadan altın kesesini ceketinin iç cebine yerleştirmiş. Ardından da çalışıyormuş gibi görünmek için üç beş tane odunu kollarına alıvermiş. Barış, her zamanki gibi az odun toplayan Aras’a hiçbir şey dememiş ancak kendisi alabileceğinden fazla odunu sırtına yüklemiş. Kan ter içinde evlerine dönmüşler. Odunları kapının önüne boşalttıktan sonra koyun sürüsünü de önlerine katarak çayırlara doğru yol almışlar. Aras öyle mutluymuş ki, şarkılar söylüyor, koşarak gülüp eğleniyormuş. Barış bu durumdan pek memnunmuş ancak bugün Aras’ta bir değişiklik olduğunu da düşünüyormuş. Sürülerini her zaman getirdikleri otlak alana getirmişler ve onları serbest bırakmışlar. Sonrasında da bir ağacın altına geçip uzanmışlar.

“Ne düşünüyorsun?” diye sormuş Aras, dalgın dalgın gökyüzünü izleyen Barış’a.

“İki gündür eve doğru düzgün yiyecek bir şey götüremedim. Bugün ne yapacağım onu düşünüyorum demiş Barış. Aras, şöyle bir ceplerini yoklamış, altın kesesinin yerinde durduğunu görünce rahatlamış. Ancak eli bir türlü o kesenin içine gitmemiş. Barış, onun en yakın arkadaşı hatta kardeşiymiş. Fakat o zor durumdayken bile bencilce kendini düşünmüş. Hem altınlar onun karşısına çıktığına göre onun kısmetiymiş değil mi? Artık ömrü boyunca çalışmasına gerek de kalmamış. Barış, kendi başının çaresine bakmalıymış. Aras, zihnini saran bu hain vesveselerle ağacın altında uyuyakalmış. Rüyasında kendini bir kuyunun başında görmüş. Kuyunun berrak suyu tam önündeymiş ancak o suda kendi yansımasını göremiyormuş. Telaşla hareket etmeye, kuyunun içine doğru seslenmeye çalışırken arkasından gelen bir sesle irkilmiş.

“Kendini mi arıyorsun evlat?” demiş ak sakallı bir dede. Aras korkudan ne cevap vereceğini şaşırmış. Bu adamda nereden çıktı böyle diye düşünürken ak sakallı konuşmasına devam etmiş.

“Boşuna bakma, bulamazsın! Sen kalbine ihaneti tattırdığın gün benliğinden vazgeçtin” demiş. Aras, ak sakallının altınlardan söz ettiğini anlamış.

“Başka çarem yoktu! Ömür boyu sefalet içinde yaşamak istemiyorum” demiş.

“Ömür boyu kirli bir kalple mi yaşamak istiyorsun?” demiş ak sakallı.

“Hayır! Ben kötü bir şey yapmadım. Altınları çalmadım, onlar benim karşıma çıktı” demiş Aras.

“Barış’ın zor durumda olduğunu bildiğin halde onları sakladın, ona yalan söyledin” demiş ak sakallı. Aras, korkuyla karışık pişmanlık duygusuyla dizlerinin üzerine çökmüş.

“Yardım edin bana, bu yükten nasıl kurtulacağım” demiş.

“Sen yüreğini temiz tutacaksın, yaptığın hatadan utanç duyacaksın. Ancak o zaman kurtulabilirsin” demiş ve ortadan kaybolmuş. Ak sakallının kaybolmasıyla Aras’ın kendini, uyuduğu ağacın altında bulması bir olmuş. Şöyle bir etrafına bakınmış ve Barış’ın sürüyü toplamaya başladığını görmüş. Hemen elleri cebine gitmiş ama altın kesesi yerinde yokmuş. Telaşla üzerini ararken bir de ne görsün. Sürüden ayrılan bir koyun keseyi kapmış gidiyor. Ardından koşmuş fakat yetişememiş. Hemen koyunun kaçtığını haber vermek için Barış’ın yanına gitmiş.

“İyi de bizim sürü tam. Sen hayal gördün herhalde demiş” Barış ve evlerinin yolunu tutmuşlar. Koyunları ağıla kapattıktan sonra kulübelerine gelmişler. Bir de ne görsünler. İkisinin de annesi bir olmuş, evlerinin önüne kocaman bir sofra kurmuş. Gelen geçeni davet ediyorlarmış. Şaşkınlıkla yanlarına yaklaşıp “Bu yiyecekler de nereden çıktı?” diye sormuşlar.

“Yaşlı bir adam geldi. Oğulları adına hayır yapıyormuş, bu yiyecekleri de bize o getirdi” demiş annesi. Barış sevinçle sofraya koşmuş, bağdaş kurarak yere oturmuş.

“Hadi gel kardeşim, karnımızı doyuralım” demiş. Aras gülümsemiş ve can dostunun yanına oturarak karnını güzelce doyurmuş. O günden sonra yediği ekmekten, içtiği suya kadar her şeyin hakkını vermiş. O verdikçe de sofrası bereketlenmiş. İnsan, beşermiş, hata edebilirmiş. Hatasını telafi etmesini de bilmeliymiş. Herkese bir ak sakallı gerekirmiş ama yüreğini temiz tutsa en iyisiymiş.

DENİZ SARGUT

Start typing and press Enter to search

Skip to content