KIRMIZI TAŞLI YÜZÜK

Print Friendly, PDF & Email

Bir varmış hiç yokmuş, hiçliğin sonu varlıkmış. Var varanın sür sürenin yıkıntısı çoktur viranenin. Yıkıntıya salınma, hakkındaki doğru söze alınma. Doğru yaşa, eğriyi gör, bilmediğini sor demiş büyükler. Onlar öyle diye dursun biz masalımıza başlayalım. 

Vakti zamanında Kaf dağının eteklerinde bulunan bir şehirde Kel Keleş oğlanla anası fakirlik içinde yaşarlarmış. Keloğlan her gün dağa gider kesebildiği, toplayabildiği kadar odun keser, toplar, onu bir denk yapar getirip şehrin pazarında satarmış. Aldığı parayla da o günkü ekmeğini peynirini alır eve gelirmiş. 

Yine odun dengini bir ekmek fırınına yüz paraya satmış. Hergünkü alışverişini yapmış eve gelirken bakmış ki meydanda kocaman kocaman adamlar toplanmışlar ellerinde değneklerle bir kaplumbağayı dövüyorlar. Hemen aralarına girmiş. Emmiler ağalar etmeyin bu ağızsız dilsiz hayvan size ne ettide döversiniz diye sormuş. Adamlar o bizim otlarımı yedi, kemirdi o yüzden döveriz. Demişler. Keloğlan hemen demiş ki, madem öyle bana verin ben götüreyim bunu dereye atayım, boğulsun. Adamlar razı olmuşlar. Kaplumbağayı almış keloğlan adamların arkasından baktıklarını görünce dereye doğru yürümeye başlamış. Bu sırada kaplumbağa dile gelmiş ve beni gerçekten derede boğmaya götürüyorsan hiç zahmet etme, şuracıkta öldür gitsin. Suda boğulmak kadar kötüsü yoktur” demiş. 

Keloğlan önce korkmuş ama konuşan kaplumbağayı da ilk defa görüyormuş. Hemen, “Kaplumbağa kardeş, kel keleş, tembel beleş olabilirim ama ben bir canlıya zarar verecek kadar merhametsiz değilim. Seni o canilerin elinden kurtarmak için öyle dedim. Şimdi evin yoluna düşünce seni salıveririm, istediğin yere gidersin.” Diye cevap vermiş. 

Kaplumbağa aman keloğlan beni salma, evine götür ondan sonrasını sana söyleyeceğim deyivermiş. Neyse keloğlan eve gelmiş. Anasına ekmekle peyniri verirken kaplumbağayı gören annesi kızmaya bağırmaya başlamış öfke ile. Kendi karnımızı doyurduk, kaldı bu tospağanın karnı. Nerden buldun bunu, götür oraya koy. Hay akılsız oğlum” diye bağırmış öfke ile. 

Keloğlan kaplumbağayı ocağın başına koymuş. Ocağın sıcağından kaplumbağanın kemikleri ısınmış. Rahatlamış.  Rahatlayan Kaplumbağa tekrar dile gelmiş ve “Ey keloğlan sen beni sevdin, bana bu iyiliği yapıp o canilerin elinden kurtardın,  atmadın ya. Ben de seni zengin ederim. Beni babamın ülkesine götür, dile sonra ne dilersen.” Keloğlan gülmüş. “İyide kaplumbağa kardeş, ben senin babanın ülkesini nerden bileyim” demiş. Hele yola çıkalım ben sana tarif ederim deyince bunlar düşmüşler yola. 

Yolda giderken kaplumbağa Keloğlana demiş ki “Aman babam sana dile benden ne dilersen diye sorarsa sadece dilinin altındaki yüzüğü dilerim padişahım” dersin diye tembih etmiş.

Bir müddet sonra bir çeşmenin başına gelmişler. Orada bir atlı, atına su içiriyormuş. Keloğlan ve kucağındaki kaplumbağayı görünce başlamış gülmeye. Sonra da alay etmiş. “ne o ülen kel kimse ile arkadaşlık kuramadın da bir kır kaplumbağasınamı kaldın.” Diye. Daha sonra keloğlanı hiç sebepsiz yere bir güzel dövmüş, kaplumbağayıda ters çevirmiş orada öylece bırakmış ve atına atlayıp gözden kaybolmuş Ağzı burnu yara bere içinde kalan keloğlan ellerini açmış, “Dilerim Rabbimden bulasın ey atlı” yalvarmış. 

Sonra kaplumbağayı düzeltip yola düşmüşler. Az sonra büyük bir ağacın altında az önce çeşmenin başında karşılaştıları atlı ile yeniden karşılaşmışlar. Ancak bu sefer atlı yerde büyük bir acı içinde kıvramıyor ve inliyormuş. Keloğlan ve kaplumbağayı görünce haykırmış hemen. “Nasıl bir beddua ettin ki keloğlan beni bu hale getirdin. Çabuk geri al o bedduayı. 

Keloğlan hemen cevabını vermiş bu söylenenin, “ Emmi bu bana yaptığın sebepsiz zulmün karşılığı olmasa gerek. Benden öncekilere yaptıklarından birinin ahıdır. Daha benimki geriden gelecek demiş. Sonra da kaplumbağa ile yollarına devam etmişler. 

Nihayet geniş bir yeşilliğin içine gelmişler. Otlar adam boyuymuş. Birden önlerine iki ayakları üzerine dikilmiş devasa kaplumbağalar çıkıvermiş. Ellerinde mızraklar, oklar, kılıçlar “Durun bakalım nereye gidiyorsunuz?” diye kükremişler. 

Hemen keloğlanın elindeki kaplumbağa “Heeeyyt beni tanımadınız mı, Ben bağa sultanın oğluyum” deyince hepsi tanımışlar ve hemen Bağa sultanın huzuruna çıkarmışlar. Bakmış ki oğlu sağ salim gelmiş, hemen keloğlana sormuş. “Ey keloğlan oğlumu kaçıranların elinden kurtarmışsın. Getirip bana vermişsin. Dile benden ne dilersen.” Keloğlan da kaplumbağanın dediği gibi “Dilinin altındaki yüzüğü isterim” deyivermiş. 

Nihayet yüzüğü almış, vedalaşmış oradakilerle ve yola düşmüş. Yolda bir yerde mola vermiş ve parmağına taktığı yüzüğe bakmaya başlamış. “Yahu keloğlan amma akılsızsın altın gümüş isteyeceğin yerde yüzüğü istedin” diye düşünüp yüzüğün kırmızı taşını parlatmak için parmağını sürtmüş. O anda ortaya bir dudağı yerde bur dudağı gökte kocaman bir siyahi zenci peydah olmuş. “Emret Yüzüğün sahibi. Ben yüzüğün görevlisiyim” demiş. Keloğlan önce korkmuş ama bakmışki ortaya çıkan ne derse yapacak. “Beni anamın yanına götür” demiş. “Baş üstüne” diyerek hoop hemen keloğlanı kaptığı gibi anasının yanına götürüvermiş. 

Keloğlan ondan sonra yüzüğün görevlisinden kocaman bir köşk istemiş. Şehrin en güzel yerine, padişahın sarayının karşısına bir gece içinde kocaman bir köşk yapılıvermiş. Keloğlan köşkün balkonundan saraya doğru bakarken padişahın kızını görünce gönlü ona düşmüş ve anasını istemeye göndermiş. 

Padişah bir şartla kızımı veririm demiş. Keloğlanın anası neymiş o şartınız padişahım deyince. “Benim masalcıbaşımın anlattığına göre Kaf dağının artında devlerin ülkesinde altın uçan bir atla üstüne vurulan altın bir eğer varmış. Kimse onları alamazmış. Onları bana getirirse oğlun kızımı ona veririm” demiş. 

Keloğlan bunu anasından öğrenince hemen yüzüğün sahibini çağırıp durumu söylemiş. Yüzüğün sahibi “Her şeyi yaparım ama onu yapamam. Onu ancak bir insonoğlu alabilir. Seni devlerin ülkesine gönderirim, ondan sonrasına karışmam” demiş. 

Keloğlanı aldığı gibi hoop devlerin ülkesine getirmiş, eğerin bulunduğu sarayın kapısınınn önüne bırakmış. Keloğlan kapalı kapıya bakıp “Ne güzel bir kapı niye kapalı ki acep” demiş. O anda kapalı kapı açılıvermiş. Keloğlan saradan içeri girmiş, bakmışki sarayın kocaman bir salonu, salonun ortasında bir taht, tahtın üzerinde bir elma. Merak edip gidip elmayı alıvermiş. Tam o anda ortaya elinde kılıcıyla kocaman bir dev çıkmış. “Hırsız var, gülmez sultanın elmasını çalıyorlar” diye başlamış bağırmaya ve keloğlanı yakalamış. Hemen devler padişahının huzuruna çıkarmışlar. 

Devler padişahı keloğlana ölüm cezası verecekken, hemen yanında oturan ve adına gülmez sultan dedikleri devler padişahının kızı keloğlanın kel kafasına tavandan vuran ışığın yansımasını görünce başlamış kıkır kıkır gülmeye. 

Meğerse bu gülmez sultan doğduğundan beri gülmüyormuş ve babası devler padişahı kızımı kim güldürürse ona istediğini vereceğim diye ilan etmiş. Kızının kıkır kıkır güldüğünü, hem de keloğlana bakıp onu parmağıyla gösterip güldüğünü görünce çok sevinmiş. Hemen serbest bırakmış keloğlanı ve ne istediğini sormuş. 

Keloğlan da başından geçenleri olduğu gibi anlatmış. Devler padişahı hemen altın eğeri ve uçan atı keloğlana vermiş. Keloğlan da ata binip doğruca bir göz açıp kapayıncaya kadar memleketine annesinin yanına gelmiş. 

Sonra padişahın huzuruna çıkmışlar ve altın eğerle uçan atı vermişler. Padişah da verdiği söz üzerine keloğlan ve kızının düğünlerini yapmış. O günden sonra mutlu mesut yaşayıp gitmişler. 

Start typing and press Enter to search

Skip to content