BALIKÇININ OĞLU

Print Friendly, PDF & Email

Bir varmış, bir yokmuş, hanlı hamam, müşterisi çokmuş. Giren çıkmaz, çıkan girmez, suyu bol, samanı bol bir yermiş. Gelen oturur konaklar, gelmeyen haline ah ile ağlar. Var varanın, sür sürenin… Baykuşu çoktur viranenin… Destursuz bağa girenin, geçmez para ile dükkâna girenin, hokka çömleğini başında patlatır Bekri Mustafa… Babamdan kaldı bir eski post… Ben dikerim, o sökülür… Arasına bit, pire sokulur… Ufacığı bakla gibi, büyüceği toklu gibi… Tuttum pireyi, İstanbul’a yolladım. Bekledim, bekledim gelmedi. Ardından uşak yolladım.

Kırk kişiyiz… Onumuz odun yarar, onumuz kav çakar, onumuz su taşır, onumuz ateş yakar… Bir de baktık kaz kafasını kaldırmış, kazandan bize bakar… Fare takla tukla… Ne nohut bıraktı bu yıl, ne de bakla… Kahveci kutuyu sakla, tiryaki olmuş o güdük fare…

Fare ovada yedi başağı, sıyrıldı çıktı direkten… Somunu kaptı kürekten… Gözleri büyük çörekten… Dişleri iri oraktan…

Tavandan teker meker… Gözlerime toz döker… İhtiyara bakmaz geçer. Bir oh çekmez mi bizim güdük fare? Tavanda koptu patırtı… Çömlek başına atıldı… Çektim tüfeği avludan… Yah ettim dokuz kilo soğan.

Derken efendim, baldıranlığa daldı kurudur diye… Boz eşek attı çifteyi geri dur diye. Ben tuttum kuyruğundan ileri diye…

Kalktı sıçradı kürek sapına… Gözünü dikmiş çocuk hakkına… Seksen kiloluk pekmez küpüne…

Reçel olup gitti bizim güdük fare… Efendimin ağası… Sivridir külahisi… Uzatmayalım biz bu sözü, başımıza gelir daha belası…

Evvel zamanların birinde, bir padişahın ülkesinde, fukara bir balıkçı vardı. Her gün eline aldığı ağıyla denizin kıyısına gelir, ağını yedi kere denize atar, ne tutarsa o günün nasibi sayar ve gerisin geriye evine dönermiş.

Bolca balık tuttuğu gün de olur, hiç balık tutamadan eli boş döndüğü günde. Böyle böyle ömrünü sürdürmüş, helal rızık peşinde saçını sakalını ağartmış. İyice ihtiyarlamış ve artık balığa çıkamaz olmuş.

Nihayet gün geldi balıkçı öldü, bir oğlu kaldı arkada. Babasının sanatını eline alarak, o da balık avcılığına başladı. Bir gece bir düş gördü. Düşünde bir ses diyordu ki, “Yarın tutacağın balıklar, tılsımlıdır. Sakın ha bunları satma.

Sabah olunca, balıkçının oğlu, her günkü gibi balığa gitti. Fakat ancak iki tane balık tutabildi. Biri yeşil, biri esmer. Bunları bir kabın içine koyup evine getirirken, sokağın başında, bir Yahudi’yi, kendini bekler buldu.

Meğerse aynı gece Yahudi de bir düş görmüş, ona da bir ses söyle demişti. “Balıkçının oğlunun bugün tutacağı balıklar, tılsımlıdır. Tanesine ne isterse istesin, verip al”. Böylece Yahudi, balıkçının oğlunun gördüğü düşten habersiz, balıklara alıcı çıktı. Delikanlı önce satmam diye direndiyse de, Yahudi’nin tatlı dilinden ve teklif edilen paranın çekiciliğinden kendini kurtaramayacak esmer balığı sattı, yeşil balıkla evine geldi. Yahudi’ye satılan balık, her gün bir sarı altın kusuyordu. O altınları kusa dursun, biz gelelim balıkçının oğluna, gördüğü rüyayı pek önemsememişti. Ertesi gün, her zamanki işine giderken, kabın içindeki balığı unutmuştu bile. Akşam eve gelip içeri girdiğinde, gözleri değirmen taşı gibi açılmış, dili tutuluvermişti. Evi öylesine bir tertipli, düzenli ve silinip süpürülmüş buldu ki, buna bir türlü aklı yatmıyordu. Bir gün böyle, her gün böyle…

Günlerden bir gün, bunda bir iş var diyerek, evinin bir yanına saklandı. Biraz sonra bir de ne görsün? Balık, kabından dışarı fırladı. Pullarından ve derisinden sıyrıldı, ayın on dördü gibi güzel bir kız ortaya çıktı.

Balıkçının oğlu önce çok korktu, sonra şaşırdı ve kızın güzelliğinden dili tutuluş vaziyette uzun uzun seyre koyuldu. Sonra da kızı kaybetmek istemediği için hemen sıyrıldığı balık pulu elbisesine el koydu ve onu bulunduğu yerden aldı. Bunu gören kız hemen o anda kız dilenerek:

“Aman yiğidim, sakın pullarıma zarar verme. Belki gün gelir bir sıkıntıya uğrarsın, ben seni kurtarabilirim o zaman,” diye dil döküp yalvardıysa da, balıkçının oğlu dünyalar güzeli kızın balık pulu elbisesini ateşe atıp yaktı. Komşular, balıkçının oğlunun hallerinden şüpheye düşmüşlerdi. Bir gün evi gözetleyen biri, güzeller güzelini görünce, yemedi, içmedi, bunu gidip ülkenin padişahına yetiştirdi.

“Aman padişahım, balıkçı oğlunun evinde öylesine bir güzel var ki, ancak sizlere yaraşır,” deyince, padişah hemen vezirini yanına alıp, balıkçı oğlunun evine geldi, güzeller güzelini gördü. Tabi koskoca padişah. Ben bu kızı alıyorum dese olmaz. O zaman işi kılıfına uydurmak için bir plan yapmak gerektiğini düşündü ve sarayına dönüp düşünmeye başladı. Sonra adamlarına gidip balıkçının oğlunu getirmelerini emretti.

“Dünya güzeli senin gibi fakir bir balıkçı oğlunun evine nereden geldi?” diye sordu.

“Bir balığın içinde buldum,” dedi delikanlı.

“Bana bak balıkçı madem öyle senden bir isteğim var. Kaf dağının ardında bulunan çini hindi ülkesinde bir dünya güzelinin olduğunu duydum. Bu güzelinin saçları elmastanmış. Bana o kızın saçlarının bir örüğünü getirmeni istiyorum. Getirdin getirdin getirmezsen ölümlerden ölüm beğen.” der padişah.

Balıkçının oğlu ne yapacağını şaşırır ve saraydan ayrılıp, üzgün üzgün evine geldi. Bunu gören kız:

“Aman efendim, nedir tasan, böyle üzgünsün,” diye sordu.

“Ben üzgün olmayayım da kimler olsun. Padişah benden Kaf ağının ardındaki Çinihindi güzelinin saçının bir örüğün istedi. Kendisi o kadar asker saldığı halde, onun yüzünü bile görememiş, ben nasıl getiririm. Getirmezsem beni cellâda verecek, onun için üzgünüm.”

“Ah efendim. Şayet benim balık tenli elbisemi yakmasa idin o saç örüğünü getirmek bir göz açıp kapayıncaya kadar yapılacak bir işti. Ama ne çare. Şimdi bu işin zahmetini sen çekeceksin biraz zor olacak ama ne yapalım. Katlanacaksın.

Şimdi beni iyi dinle. Çinhindide, sarp bir dağın tepesinde, bir saray vardır. Sarayı, özel eğitilmiş ve yetiştirilmiş fiiller bekler. Sarayın giriş kapılarında aslanlar, kaplanlar nöbet tutar. Tam şu sırada aslanlarla kaplalar beş gün için istirahatlıdırlar. Dünya güzeli de şu sırada uykudadır. Hemen ustura ile saçının örüğünün birini kesip koşturmadan ağır adımlarla kapıya doğru yürürsün. Sakın arkana bakma. Eğer arkana bakacak olursan, tılsım bozulur, o zaman devler seni paramparça ederler.”

Dünya güzeli sözünü bitirir bitirmez balıkçının oğlunun yüzüne doğru hafifçe üfürdü. Bu sırada bir rüzgâr gelip balıkçı oğlunu aldı, göz açıp kapayıncaya kadar, Kaf dağının ardında Çinihindi ülkesindeki sarp bir dağın üzerine bıraktı. Delikanlı, oyalanmadan saraya girdiğinde, Çinhindi güzelini gerçekten de uyur buldu. Örüklerinden birini kesip hemen gerisin geri döndü. Bir de Çinhindi güzeli uyandı ki, saçları kesilmiş. Hemen “aslanlarım, kaplanlarım, salman “ diye bağırdıysa da, hayvanlar kuyruklarını bile kımıldatmadılar. Fillere koştu; filler dahi delikanlıyı yakalayamadılar. Fillerden, arslanlardan, kaplanlardan herhangi bir yardım göremeyen Çinihindi güzeli hemen delikanlıya seslendi:

“Ey yiğit ve cesur delikanlı hele biraz dur. Ben sihirli tarağımı alıp geleyim. Benim burada bulunmamın bir gerekçesi kalmadı artık. Ben de seninle geleceğim.”

Delikanlı, fillerin tehlikesinden kurtulunca, arkasına bakmadan, oturup kızı beklemeye koyuldu. Az sonra kız, sihirli tarağı elinde delikanlının yanına geldi.

“Yum gözlerini yiğidim,” dedi. Balıkçının oğlu gözlerini açtığında, kendini evinin kapısı önünde buldu. Ertesi gün kızın örüğünü padişahın önüne bıraktı. Kaf dağının ardındaki Çinihindi ülkesinde bulunan dünya güzelini de birlikte getirdiğini söylemeden, evine döndü. Padişah baktı ki saçlar tüm elmastan, sevincinden yerinde duramaz oldu. Fakat balıkçı oğlunun işgüzar komşuları gene yemediler, içmediler, haberi saraya çabucak ilettiler.

“Bre kendini bilmez adam”, diye kükredi padişah. “ Demek sen Çinhindi güzelini yanında getirdin ve kendine alıkoydun öylemi.?”

“Fakat padişahım, siz benden saç istediniz, saç getirdim, dedi delikanlı. Kendisini istemediniz ki, size getireyim.”

Bunun üzerine padişah, bir an düşündü. “Ben bu balıkçı oğlundan, dünyada bulamayacak bir şey isteyim de, bulamasın. O zaman boynunu cellâda vurdururum, diye geçirdi içinden. Sonra delikanlıya dönerek:

“Bana üç tane cennet elması getirdin, getirdin. Getirmezsen, boynunu vurduracağım,” dedi.

Delikanlı saraydan ayrılıp, üzgün üzgün eve geldi. Bunu gören Çinhindi güzeli:

“Neden böyle üzgünsün yiğidim?” diye sordu.

“Padişah benden üç tane cennet elması istedi. Ben cennet elmasını nereden bulurum. Ben üzülmeyeyim de, kim üzülsün. Cennet elması dünyada bulunur mu?” dedi delikanlı. “Getirmezsem boynumu cellâda vurduracak.”

“Tasa etme yiğidim,” dedi kız. Ben sana yardım ederim. Sonra her ikisi evden çıkıp, ıssız bir yere vardılar. Sihirli tarağı şöyle bi sıvazladı kız. Delikanlı kendini Kaf-ı Küf dağının cennet bahçesinde buldu. Bahçenin içinde iki havuz vardı. Biri altından, biri gümüşten. Türlü çiçekler bahçenin güzelliğini tamamlıyordu. Delikanlı, kızın dediklerini hatırlayarak, çiçeklerin arasına saklandı. Tam öğle üzeri, üç tane Zümrüdüanka kuşu gelip gümüş havuzun kenarına kondular. Sonra kuşlar esvaplarını çıkarıp birer huri kızı oldular, havuza girip yıkandılar. Durulanmak için altın havuza geçince, delikanlı, esvaplardan birini çiçeklerin arasına çekti. Durulanan huri kızları esvabını giyip uçtu. En son kalan esvapsız kaldı. O zaman delikanlı çiçeklerin arasından kendini gösterdi.

“Bana üç tane cennet elması getirirsen, esvaplarını veririm” dedi. Huri kızı, elmaları getireceğine söz verdikten sonra esvaplarını giydi, cennete varıp bir heybenin terkisini elma ile doldurdu, bütün huri kızları ile helâlaşıp delikanlının yanına döndü. Çünkü insanoğlunu gören huri kızlarına artık cennet haramdı.

“İşte yiğidim, dedi. Hem elmaları, hem kendimi getirdim. Ben artık senin eşin oldum. Delikanlı elinde tarağı sıvazladı, bir anda kendini evinin kapısı önünde buldu. Hiç oyalanmadan heybenin terkisinden üç tane elma alıp padişahın huzuruna çıktı. Padişah, burcu burcu kokan elmaları görünce, hemen bir tanesini kesip yedi. Cennet elmasının çekirdeği ikitane olurmuş. Çekirdeklerin ikisini de masanın üzerine koydu, bunlar iki elma oldu. Cennet taamı tükenmez, çoğalır. Padişah bunu görünce:

“Aslanım, cennete nasıl vardın?” diye sordu.

“Allah diledi, vardım. Bunun üzerine padişah yeniden düşünceye daldı. Bu halini gören veziri:

“Padişahım, ne düşünürsünüz öyle?” dedi.

“Şu balıkçı oğlunun kerametlerini düşünüyorum.”

Balıkçının oğlu evine dönmüş, üç güzel kızın yanında oturuyordu. Bunu gören

komşulardan biri, yemedi, içmedi, haberi çabucak saraya iletti.

“Aman padişahım, balıkçının oğlu bu sefer de bir huri kızı getirmiş. Böylesi ancak size

yaraşır,” dedi.

Padişah hemen balıkçının oğlunu çağırttı ve:

“Üç gün içinde, denizin ortasına, altlı üstlü bir saray yaptınsa, yaptın. Yapamazsan

boynunu cellâda vurduracağım, diye kükredi.”

Balıkçının oğlu evine gene üzgün dönmüştü. Bu sefer huri kızı:

“Neden böyle üzgünsün yiğidim?” diye sordu.

“Padişah benden, üç gün içinde, denizin ortasına, altlı üstlü bir saray yapmamı istedi. Yapamazsam boynumu cellâda vurduracak. Ben üzülmeyeyim de kimler üzülsün?”

“Tasa çekme yiğidim, dedi huri kızı. Ben sana yardım ederim.” Sonra kapıya çıkıp, ellerini birbirine vurunca, bütün huri kızları güvercin olup geldiler.

“Her biriniz bir taş getirip denizin ortasına altlı üstlü bir saray yapacaksınız.” Güvercinlerden her biri bir yana dağılarak, az sonra birer taşla döndüler, göz açıp kapayıncaya kadar, denizin ortasına altlı üstlü bir saray yaptılar ki, dille anlatmak mümkün değil.

“Hadi şimdi git, o gözü doymaz padişaha, pek arzuladığı sarayının bittiğini söyle,” dedi huri kızı, balıkçının oğluna. Gelsin, gezip görsün içini.

Padişah vezirlerini alıp deniz kenarına geldi ki, gözleri bir anda sarayın güzelliği karşısında kamaşıverdi. Sonra kayıklara binip saraya girdiler. İşte ne olduysa, o zaman oldu. Huri kızının bir el çırpması ile binlerce güvercin, koyu bir bulut gibi üşüşüverdiler.

“Herkes, getirdiği taşını alıp, eski yerine götürsün,” dedi huri kızı. Bir anda, o göz kamaştırıcı saraydan ve o gözü doymaz gaddar padişah ile akıl hocası vezirinden en ufak bir iz bile kalmadı. Onları doyura doyura ancak engin denizin tuzlu suları doyurmuştu ama hayatları pahasına.

Balıkçının oğlu elli gün sazınan, altmış gün davulbazınan öylesine gösterişli bir düğün yaptırdı ki, konanlar göçtü, yiyenler içti, maşallah diyen geçti. Darısı öteki balıkçı oğullarının başına.

Start typing and press Enter to search

Skip to content