EĞİL KAVAĞIM EĞİL

Print Friendly, PDF & Email

Bir varmış, bir yokmuş. Yok denmesi günah, çok denmesi sevapmış. Evvel zaman içinde bir adam varmış. Bu adımın da bir karısı varmış. Bu karı kocanın bir oğlu ile bir de kızları varmış. Bunlar hep beraber mutlu bir şekilde yaşar giderlermiş. Gel zaman git zaman, bu adamın karısı ölmüş. Adam da tutmuş çocukları perişan olmasın diye, başka bir kadınla evlenmiş. Adamın bu ikinci evliliğinden de bir oğlu ile bir kızı olmuş.

Analıkları, evlatlıklarını her zaman kıskanırmış. Babaları olmadığı zaman onları döver, onlara ekmek yemek vermezmiş. Çocuklar ancak babaları gelince rahat ederlermiş. Analıkları bu çocukları en ağır işlere gönderirmiş.

Bu adamın bir de ineği varmış. Bu çocuklar her gün kuru ekmeği alır, ineği yaymaya götürürlermiş. Ekmekleri kuru olduğu için, inek buna çok üzülürmüş. Bir gün inek bu çocukları yanına çağırmış. Onlara demiş ki:

—Benim bir boynuzumdan yağ, bir boynuzumdan bal akıyor, ekmeklerinizi onlara sürüp yen.

Çocuklar da kuru ekmeklerini ineklerinin boynuzlarına sürer, bir boynuzdan yağ, bir boynuzdan bal yerlermiş. Bunun için de günden güne güzelleşirlermiş. Analıkları da “benim çocuklarımın yedikleri önünde, yemedikleri ardında, yine de kuru ekmeği yiyen çocuklar kadar güzel değiller” der, için için kızarmış. Bir gün kocasına:

—Bey, bu çocukları götürüp dağa seyipleyeceksin, bırakıvereceksin demiş.

Kocası da:

—Onlar benim çocuklarım. Nasıl dağa seyipleyeyim, nasıl bırakır da giderim? deyince

Karısı da:

—Seyiplemezsen ben seni terk ederim, demiş.

Çaresiz kalan baba da “öyleyse bir şeyler hazırla da sabahleyin oduna giderken, onları götürüp seyipleyeyim” demiş. Karısı da bunlara bir tuzlu küllük yapmış. Sabah olunca da herif çocukları ile küllüğü yanına alıp, dağa oduna gitmiş. Ormana varınca, babaları:

—Siz burada durun. Ben şu öte yanda odun kıracağım. Baltanın sesini duymazsanız, ‘babam bizi almaya geliyi’ dersiniz, demiş.

Babaları gitmiş; bir toluyu da (büyük çan) ağaç dalına asmış. Kendisi de ordan çekip eve gelmiş. Rüzgar estikçe tol, ağaç dalına çarpar ses çıkarırmış. Çocuklar da “babamız daha odun kırıyı” der, beklerlermiş.

Akşam olunca da çocukların umudu kesilmiş. Tol’un çıkardığı sese doğru gitmişler. Bir de bakmışlar ki ağaçta bir tol asılı, babaları da ortalıkta yoktur. Babalarının kendilerini seyiplediğini, bırakıp gittiğini anlamışlar. Birbirlerine bakıp:

“ ANAM KOV DEMİŞ, BABAM TOL OLMUŞ

ANAM KOV DEMİŞ, BABAM TOL OLMUŞ”

Böylece birbirlerine bakıp, sarılıp ağlamışlar. Karınları çok da açıkmış. Analıklarının verdiği küllüğü çıkarıp yemişler. Küllük öyle tuzluymuş ki susuzluktan yanmışlar. Gece olduğu için de bir yere gidememişler. Orada, birbirlerine sarılıp yatmışlar. Sabah olunca oğlan:

—Bacı bacı, susumdan ölüyüm, Çok susadım” demiş.

Kalkmışlar, su aramaya başlamışlar. Gide gide bir göl bulmuşlar. Oğlan eğilmiş ki su içe. Bacısı:

—İçme gardaş içme! Bu sudan içen geyik oluyu, demiş.

Kardeşi de:

—Bacı, susuzluğumdan ölüyüm; tek içim de geyik oluyum, demiş.

Oğlan eğilmiş, sudan içmiş. İçer içmez de geyik olmuş.

Çekip gitmiş, dağa çıkmış. Bacısı da püverin( gölün) başındaki kavak ağacının üzerine çıkmış, orada kalmış. Meğer bu kavak ağacı da sihirliymiş. “Eğil kavağım eğil!” dedikçe, kavak eğilirmiş. Kız da dala oturur “doğrul kavağım doğrul!” dedikçe, kavak doğrulurmuş.

Geyik olan oğlanın tırnağında bir delik varmış. Her gün gelir, bu pınarın bu suyun başında dururmuş. Bacısının kavaktan inmesini bekler, ayağındaki bu delikten akan balı bacısına yedirirmiş. Bacısı ile konuştuktan sonra, bacısı kavağa çıkar, kendisi de dağa çıkarmış.

Günlerden bir gün, bu pınara bu göle bir Beyoğlu gelmiş. Atını püverden( pınardan) sulamak istemiş. Atı pınara sürer, at bir türlü su içmezmiş. Meğer kavaktaki kızın şavkısı(yansıması) suya vurur, atı ürkütürmüş. Beyoğlu da “ne oluyu?” diye eğilip suya bakmış ki, suda bir ay parçası gibi, bir kızın şavkısı (yansıması) var. Kaldırıp başını bakmış ki kavakta dünya güzeli biri var. Beyoğlu kızı görür görmez aşık olmuş. Beyoğlu demiş ki:

—İn misin, cin misin güzel kız? Kavaktan in ki atım su içe.

Kız kavaktan inmemiş. Beyoğlu çok ısrar etmiş, ama kızı kavaktan aşağıya bir türlü indirememiş. Bunun üzerine gitmiş kırk usta bulmuş, kırk usta kırk keserle gelmiş. Gelmişler, bu kavağı kesmeye. Ustalar akşama kadar kesmişler. Kavağın kesilmesine bir parmak kalınlığında yer kalmış. Ustalar “bunu da gelir yarın keseriz” demişler.

Ustalar gittikten sonra, geyik olan oğlan gelmiş. Kesilen kavağı yalamış. Kavak eskisinden beş kat kalın etmiş. Ustalar sabah gelip bakmışlar ki kavak eskisinden daha kalın. Başlamışlar yine kavağı kesmeye. Kavağın devrilmesine çok az bir şey kala akşam olmuş. Ustalar yine evlerine gitmişler. Onlar gidince, geyik olan oğlan yine gelmiş. Kavak ağacını kesilen yerinden yalamaya başlamış; eskisinden beş kat daha kalın etmiş. Bu durum üç kere devam etmiş. Beyoğlu bakmış ki kavağı böyle kesip, deviremeyecek. Varmış cazı karının yanına:

—Cazı karı, sana ayakkabının dolusu altın verecem. Sen de kavağın başındaki şu kızı aşağı indireceksin, demiş.

Cazı karı da:

—O kolay. Sen pınarın yanına iki adam sakla, ben kızı indirir indirmez, onlar kızı yakalasınlar, demiş.

Cazı karı, sabah olunca eline bir kazan almış. Kirli çamaşırlarını da bohçalamış, kavağın yanına varmış. Meğerse cazı karı, kör taklidi yaparmış. Kazanın ağzını yere kapatmış, püverden(pınardan) aldığı suyu kazanın tersinden aktarırmış. Kazanı ters koyduğu için, su durmaz, boşa akarmış. Kavağın başındaki kız:

—Nene nene! Ne yapıysın? Kazanı ters koymuşsun,demiş.

Cazı karı da:

—İn misin, cin misin? Neredeysen ortaya çık! Ben bir kör ihtiyarım. Sanki kazanı nasıl koyduğumu görür müyüm?

Kız da “eğil kavağım eğil” demiş. Kavak eğilmiş, kız inmiş, gelmiş kazanı doğrultmuş, içine suyu doldurmuş, kavağın dalına oturmuş, “doğrul kavağım doğrul” diyeceği zaman, orada saklanmış adamlar kızı yakalamışlar. Almışlar bu kızı, Beyoğlu’nun yanına götürmüşler. Beyoğlu bu kızı, bu kız da Beyoğlu’nu sevmiş. Bunlar evlenmişler. Tam bunlar akşam yatacakları zaman, bir geyik gelip ayaklarının ucunda durmuş.

—Bu Beyoğlu’nun ayağı, bu bacımın ayağı, demiş. Bacısının ayağını sevip gitmiş. Bu durum her gün böyle devam etmiş.

Bu Beyoğlu’nun bir de halası varmış. Halasının da bir kızı varmış ki gözü bu Beyoğlu’ndaymış. Bir gün bu Beyoğlu’nun karısı, püvere( pınara-göle) çamaşır yıkamaya gitmiş. Beyoğlu’nun halası da demiş ki:

—Gelin, kızımınan ben de geleyim de sana yardım edelim.

Kız da bunda bir kötülük görmediği için kabul etmiş. Bunlar varmışlar püverin başına, çamaşırları yıkamaya başlamışlar. Çamaşırları yıkadıktan sonra, anası ile kızı bunu tutmuş soymuşlar. Kızı da tutup kuyuya atmışlar. Kızın üzerinden çıkan elbiseleri de, Beyoğlu’nun halasının kızı giyinmiş. Bunlar çamaşırları eve getirmişler. Beyoğlu sormuş:

—Güzelliğin niye karardı?

Halasının kızı da:

—Güneşin önünde çamaşır yıkadım da, ondan, demiş.

Beyoğlu sormuş:

—Öyleyse neden dudakların çatladı?

Halası kızı:

—At kaçtı da, onu çağırmak için durmadan “püss püss” dedim. Dudağım ondan yarıldı, demiş.

Masal bu ya Beyoğlu bunun kendi karısı olmadığını bir türlü anlayamamış. Akşam olunca bunlar kendi yataklarına çekilmişler. Geyik yine gelmiş:

—Şu Beyoğlu’nun ayağı, şu kimin ayağı? Şu Beyoğlu’nun ayağı, şu kimin ayağı? Böyle demiş, gitmiş.

Beyoğlu, bu geyiğin karısının kardeşi olduğunu bilirmiş. Bir gün bu geyiğin neden böyle dediği aklına takılmış. Ertesi gün akşam geyik yine gelmiş.

Foyalarının meydana çıkacağını anlayan hala, hemen Beyoğlu’nun yanına varmış.

—Beyoğlu, bu geyik neyin nesi? Şunu yoket ki bir daha gelip sizi rahatsız etmiye, demiş.

Halası kızı da bu sözlere hiç aldırış etmemiş.

Bunu duyunca Beyoğlu iyice şüphelenmiş. Çünkü bacısı kardeşini çok severmiş. Şimdi ise yok edilmesine ses çıkarmaması Beyoğlu’nun çok tuhafına gitmiş. Bunun üzerine Beyoğlu bu geyiği takip etmiş. Geyik bir kuyunun yanına varmış. Oradan içeriye seslenmiş:

—Bacım, nasılsın, ne yaparsın?

Biraz konuştuktan sonra içeriye yiyecek atmış. Bu arada içeriden bir ses gelmiş:

—Neyleyim gardaş, Beyoğlu’nun çocuğu kucağımda. Öllük yok ki ölüyem, beşik yok ki beliyem, demiş.

Bu sözü Beyoğlu duymuş. Adamlarını çağırmış. Onlarla beraber karısını ve çocuğunu kuyudan çıkarıp, eve getirmişler. Beyoğlu, olup bitenleri sormuş. Karısı da başından geçenleri anlatmış.

Beyoğlu duyduklarına çok hiddetlenmiş. Halası ile kızını yanına çağırtmış. Onlara:

—Kırk katırnan mı, kırk satırnan mı? demiş.

Onlar da:

—Kırk katırnan, demişler.

Beyoğlu da:

—Öyleyse bunları kırk katırın kuyruğuna bağlayın. Katırları da dağa sürün, demiş.

Beyoğlu’nun dediğini yapmışlar. Katırları dağa sürmüşler. Hala ile kızının her parçası bir dağda kalmış. Böylece hak ettikleri cezayı bulmuşlar.

Beyoğlu da karısı ve çocuğu ile mutlu olmuş. Kızın geyik olan gardaşının da sihiri bozulmuş. Oda genç, yakışıklı biri olmuş. Beyoğlu, kendi kız kardeşini de buna vermiş.

Onlar muradına ermişler. Allah hepimizin muradını vere.

DERLEME YILI: 1983 Temmuz.

DERLEME YERİ: Karahüyük Köyü/Konya

KAYNAK KİŞİ: Hatice ÖZÇAMUR

Start typing and press Enter to search

Skip to content