SEDEF BACI

Print Friendly, PDF & Email

Sesli Dinle

Bir varmış ,bir yokmuş,  Allah’ın kulu çokmuş. Develer tellâl iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir padişah varmış. Padişahın da üç oğlu, bir kızı varmış. Babaları dünyayı verseler vermez, tacından tahtından üstün tutarmış onları… Analarının gözünde de oğulları oğul balından tatlı kızları da kaymakmış o balın üstünde.

Hatuncuk ne balına, ne kaymağına doyamadan göçmüş fani dünyadan. Koca saray karalara boyanmış ama kara vezir:  “A devletlim! kara gün kararıp kalmaz ya, gayri on parmağını kandil edip yakacak bir ana lâzım bunlara!” demiş ve allayıp, pullayıp kara kızını padişaha vermiş, vermiş ama, hangi parmağını kandil edip yakacak. Kara vezirin kızının on parmağında on kara! Allah böylelerinin şerrine uğratmasın.

Padişahı avucunun içine alana kadar cariyelerin bile yüzüne gülmüş; velakin yavaş yavaş yavaş saman altından su yürüterek karasını bulaştırmadık birisini bırakmamış. İlle üvey kızına  ille üvey kızına… Öyle bir kara sürmüş, öyle bir kara sürmüş ki, kırk dereden su getirmişler de, yine çıkaramamışlar. Öyle ya iftira dediğin  kaf dağından yüce! Babasının bile gözünden düşürüp ocak başına attırmış onu.

Kardeş can ciğerdir, birbirinden ayrılır mı? Geceleri baş başa verip başlarına gelenleri bir söyler, iki dökerlermiş…

Günlerden bir gün yine birbirlerine dert yanarken, üvey anaları olacak, uğrun uğrun gelip de kapıyı, bacayı dinlememsin mi! Kuzgun misali üstlerine yürüyerek: 

“Bre baş belâları, yine baş başa verdiniz de ne çorap örüyorsunuz başıma? Hele siz bir durun, öyle bir oyun edeceğim ki size felek de beğensin.”

Meğer kara vezirin kızının on parmağı on kara değil, büyücülük de geliyormuş elinden.

Önce,  nasıl büyülemişse onları… Sabah sabah üç şehzadenin üçü de birer kuş olup kanatlanmasın mı! Kara yazılı bacıları neye uğradığını bilememiş. Bekleyip, durmuş ama ne bir kanat sesi, ne bir kardeş nefesi… Cümle kuşlar yuvalarına dönmüşler, onlar dönmemiş. Gayri, saray başına  zindan olmuş.

Padişahın kızı uğrun uğrun gözyaşlarını kimseye göstermeden içine içine akıtıp kendi kendine;

“Ya dağ dağ dolaşır bulurum; ya da araya araya yolların da ölürüm; dünya ya geldim de ne buldum sanki!” demiş ve o gece sular dahi uyurken bir fedai başını alıp yollara düşmüş. Az gitmiş, uz gitmiş; dere tepe düz gitmiş, altı ayla bir güz gitmiş, gide gide bir dağın tepesine yetmiş, aklı, karalı kuşlardan kardeşlerini sormuş ama, ne bir ağız, ne bir dil, ne de kanatlarından bir tel vermişler ona. Aradığını bulamayınca, gözlerinden süyüm süyüm yaş döküp öyle bir ah-ü zar etmiş ki bu bahtı kara kız, yürek olup da dayanır mı buna… Allahtan olacak bir de bakmış ki ne baksın. Üç kuş, üçü de ak kuş, başının üstünde dönüp dolanıyor! Hemen kolların açmış ama, hiç biri gelip de dalına konmamış, döndükçe dönmüşler başında… 

Meğer üvey anaları bunları öyle bir kuşa benzetmiş ki, gün batıp da sular karardı mı ete, kemiğe bürünüyor; insan olup görünüyorlarmış. Gün doğup da ortalık ağardı mı tüye, teleğe geliyor; kanatlanıp uçuyorlarmış!

Bacılarının başında döne döne yorulan . Bu üç kuş ortalık kararınca üç kardeş olup bacılarının etrafını almış; başlamışlar birbirlerinin yüzünü gözünü öpmeye, ve başlamışlar başlarına gelenleri sayıp dökmeye, gayrı gözlerine uyku girer mi? 

Bacı, demişler, bu kuş uçmaz, kervan geçmez yerlerde mesken tutup da ne yapacağız. Bu dağın ötesinde bir göl, gölün ortasında bir ada adanın ortasında bir oda var çam kokularıyla örülmüş, kuş sesleriyle döşenmiş bir oda; insan, değme saraylara değişmez onu. Gün doğunca seni kanatlarımıza alıp oraya götürsek nasıl olur. Sakın ola korkmayasın, seni bir yardan atarız diye bindiğin kanat, kardeş kanadıdır, üvey ana parmağı değil! 

Sedef kızın canına minnet bu… sabah sabah üç kardeş üç  kuş olup kanat kanada vermiş; o da uçak misali binmiş, süzülmüşler göğe doğru… Göz açıp kapayıncaya dek, inmişler. Doğrusu cennet gibi bir yermiş ama, kızcağız ne dal dal ağaçlara elini uzatmış, ne bal bal meyvelere… Kardeşleri pır deyip de havalanınca göklere, o da kendini atmış göllere. Meğer, bu gölün suları her derde deva, her hastalığa şifa imiş. Sedef kız, arılık duruluk deyip de dalınca gölün sularına, ne alnının karası kalmış, ne yüzünün karası. Kuş kardeşleri yabandan dönüp de, onu öyle süten ak, sudan pak görünce, sevinçlerinden deli divane olmuşlar:

Bacı, Sedef Bacı, aklardan ak bacı seni üvey ananın yarasından, beresinden kurtaran Allah; bizi de onun tüyünden teleğinden kurtarırsa, gayrı ömrümüz boyunca bu zümrüt sarayda güllerle gün, bülbüllerle düğün eyleriz.

Kardeşler kim bilir, daha ne diller dökmüşler birbirlerine; sonra gözlerine uyku dolup da gözlerinden uyku akınca, uzanmışlar kendi yerlerine…

İnsan, ne hülya ile yatarsa, o rüya ile uyanır derler. Önce yedilerden mi, kırklardanmı biri görünmüş, Sedef kızın gözüne;

“Kızım demiş; ayrık otundan birer gömlek örer de giydirirsen kardeşlerine, evvel Allah büyüleri bozulur, yine insan olup insan içine çıkarlar ama,  bunları örüp bitirinceye kadar kimseyle dünya kelâmı etmeyeceksin. Kendine güveniyorsan, Bismillah deyip başla!”

Sedef kız uyanmış, rüyasına inanmış, gayrı fırsat fevt eder mi! Kardeşleri uçup gidince, o da tutam tutam ayrık otu toplayıp, gömlekleri örmeye başlamış. Akşam üstü kardeşleri dönüp de onu öyle ağızsız, dilsiz örgüsünü örer görünce; 

“O üvey ana olacak kara cadının eli her yere uzanır, dili her yana döner. Sakın ola, bu kızın yüzündeki yüz karası silinirse, dilin de dil yarası çıksın, diye, büyü üstüne büyü yapmış olmasın?” deyip, arı gibi her çiçeğe konmuşlar, derde deva ot koymamış yolmuşlar ama, Sedef bacıları ne örgüsünü bırakmış elinden, ne de bir kelam çıkmış dilinden.

Kuş kardeşlerinin hayalden, düşten haberleri yok ya, hele onlar devasını araya dursun, bir gün bir padişahın oğlu o taraflarda seyran ederken yamaçtan Sedef kızı görmüş, gözlerine inanamamış. Hemen atını o yana sürmüş, “Hangi dağın gülü, hangi bağın bülbülü” olduğunu sorup soruşturmuş ama, ağzından bir çift söz alamamış. Bir düşünmüş “peridir bu” demiş; bir düşünmüş “dil bilmez biridir bu” demiş. Ama, her ne olursa olsun, padişahın oğlu, Sedef kıza öyle vurulmuş ki, hemen düğününü edip, kendi eliyle bindirmiş atına. Yolda üç kuş peyda olup başının üstünde dönmeye başlamış; günden güneşten korumak ister gibi… Bu üç kuşun üç kardeş olduğunu bildiği yok ya, padişah oğlunun garibine gitmiş bu…  Neyse, az gitmişler, uz gitmişler, gün akşam olmadan saraya yetişmişler. 

Böyle bir mürüvvet görecekse Padişah, oğlunun bir dediğini iki eder mi. Akşam davullar dövülmüş, düğünler kurulmuş ama, gel gelelim Sedef Kız, ne allar giyinmiş, yeşil üstüne, ne kınalar koymuş, sedef üstüne. İlmek üstüne ilmek atıp, gömlek üstüne gömlek örmüş, bir gün olur, rüyalarım çıkarsa diye…

Padişahın gözdelerinden biri, meğer, Sedef kızı göz altına almışmış, her halini yazıp defter ediyormuş. Padişah oğlunu yanına çağırıp: 

“A benim şehzadem senin sevdiğin bu kız ne bir peri, ne de dil bilmez biri… Lamı cimi yok, ya büyücü ya da sihirbaz! Gündüzleri üç kuş gelip penceresini tıklatıyor; geceleri has bahçeye çık diyor; o da o saatte çıkıyor ve ayrık otu toplayıp geri dönüyor, dönüyor ama kim bilir başımıza ne çoraplar örüyor…” 

Padişah oğlu, Sedef Kızın üstüne toz kondurmak istememiş ama, üç gün beş gün kollayıp da, söylenenlerin doğru olduğunu görünce, neye uğradığını bilememiş. Hemen Sedef Kızı çağırtıp sorgu, suale çekmişler ama, biçare Sedef Kız, ne örgüsünü bırakmış elinden, ne bir kelâm çıkmış dilinden; her sorulan bir damla yaş olmuş gözünde… Velâkin onun gözüne, göz yaşına kim bakar gayrı, “Sükût ikrardır” deyip büyücülüğüne hükmetmişler ve başını istemişler cellâttan !

Cellât başı, son vasiyetini sormuş Sedef Kızın, yine bir ses çıkmamış dilinden. “Vaktine hazır ol” demiş yine örgüsünü bırakmamış elinden..; derken üç kuş gelip başının üstünde dönmeye başlamış. Cellât başı bu kuşları nasıl uzaklaştıracağını düşünürken, Sedef Kız da gömlekleri örüp bitirmiş ve bunları kuşların üzerine bir bir  atmış. Hikmeti Hûda, bu üç kuşun üçü de filiz gibi birer delikanlı olur bacılarının boynuna sarılmış. 

İşte o zaman Sedef Kızın ağzı dili açılmış, Cellât başı, taş yerinden kaçmıyor ya, önce beni padişahın huzuruna çıkar. Başıma gelenleri bir bir ona anlatacağım. Yine de başıma ferman eylerse ne yapalım, boynum kıldan ince demiş ve gidip üvey anasının yüzünden çektiklerini, iki göz iki pınar anlatmış padişaha. 

Padişah, Sedef kızın sedeften de arı bir kız olduğunu anlayınca kırk gün kırk gece düğün etmiş. 

Eden bulur, etmeyenler eren muradına, biz çıkalım kerevetine. Gökten üç elma düşmüş, üçü de başkalarının alnına kara sürmeyenlerin başına … 

Start typing and press Enter to search

Skip to content