Masal Ateşi

Print Friendly, PDF & Email

Bir varmış bir yokmuş. Hayat bazen bir oyunmuş. Talih yüzümüze bir güler bir kaybolurmuş. Niyet ettiklerimiz yolumuzu çizer, vazgeçtiklerimiz de bizi uzaktan izlermiş. Hayırlısı her ne ise mutlaka peşimizden gelirmiş. Cesur insanın yüreği de kendisi kadar temizmiş. Uzak diyarlardan birinde koca koca dağların eteklerine saklanmış küçük bir köy varmış. Bu küçük köy, sultanlara layık yemyeşil elbiselere bürünmüş ve yakut kırmızısı çiçekleriyle güzelliğine güzellik katmış. Bereketli topraklarının üzerinden geçen bir nehirle de ikiye ayrılmış. Nehrin bir yakasında padişahın sarayı, öteki yakasında da köylülerin yaşadığı evler varmış. Padişah, halka yüzünü göstermeyen sert bir adammış. Üç tanede kızı varmış fakat hiç oğlu olmadığı için “benim varisim kim olacak” diye hem kendinin hem de kızlarının ömrünü yiyip tüketiyormuş. Üstelik bu durum her geçen gün daha çekilmez bir hal almaya başlıyormuş. Genç sultanlar için sarayın duvarları zindan, altın varaklı yatakları da parmaklık haline gelmiş.

Öte yandan nehrin öteki yakasında işler pek farklıymış. Burada doğa ananın sözü geçer ve halk onun ektiğini biçermiş. Çalışmaktan yorulunca da nehrin o tertemiz suyunu kana kana içerlermiş. Güneş doğduğu vakit onu selamlamak için uyanırlar ardından da şarkılar söyleye söyleye işlerinin başına giderlermiş. Tohumları ekip, olgunlaşmış meyveleri toplarlarmış. Ardından da topladıkları ürünleri satmak için küçük bir panayır kurarlarmış. Bu tezgahlarda herkes kendi ekip büyüttüğü mahsulün en güzelini satarmış. Hem satıcılar hem de yüreği zengin müşteriler, guguklu ağacın dallarına asmak için birer torba fazladan yiyecek alırmış. Guguklu ağaç ne miymiş? Kocaman dallarına guguk kuşlarının yuva yaptığı yaşlı bir ağaçmış. Bu ağacın dallarına asılan torbaların içinde birbirinden güzel meyve ve sebzeler olurmuş. Böylece yardıma ihtiyacı olan insanlar hiç çekinmeden bu güzel yiyecekleri alabilirlermiş. Güzel olan her şey paylaştıkça çoğalırmış.

Herkesin tenceresinde sıcak bir çorba kaynadıktan sonra nehrin iki yakasının birbirine en yakın olduğu bölgeye giderlermiş. Burası hem sarayın giriş kapılarına hem de kırmızı çiçekli ağaçlara komşuymuş. Her gece vakti burada küçük bir ateş yakılır ve etrafında toplanılarak hikayeler anlatılırmış. Her gece bir babayiğit ortaya çıkar çemberin en başında oturarak dinleyicileri bir diyardan alır başka bir diyara götürürmüş. Yürüdükleri bu yolda bazen ayaklarına taşlar batarmış bazen de sımsıcak kumlarda huzura doğru adım atarlarmış. Yağmur usul usul çiselerken birden fırtına çıkabilir hemen ardından da güneş doğabilirmiş. Hiç beklemedikleri bir anda kuyuya düşebilir ya da rüyalarında gezintiye çıkabilirlermiş. Hikaye anlatmakla ve dinlemekle her şey mümkünmüş. Bir gün yine günü gece edip koca bir ateşin etrafında toplanmışlar. O gün hikaye anlatacak olan kişi köylülerin en yaşlısı Hanım Nineymiş. Bembeyaz saçları yaşadığı deneyimleri aktarırcasına omuzlarından aşağıya dökülüyormuş. Hanım Nine, çok uzun yıllardır bu köyde yaşıyormuş. Bu köyün taşını, toprağını ve insanını pek severmiş. Ancak sarayda babasının baskısından bunalan sultanlara da pek içi gidermiş. Bundandır ki padişahı pek sevmez ve hep ona bir ders vermek istermiş. Hanım Nine o gün ateşin başına geçerken padişahın kapıların ardından onları dinlediğini fark etmiş ve yıllardır beklediği o günün geldiğini hissetmiş. Eteklerini savurarak bağdaş kurmuş yere. Çemberdeki insanlar meraklı gözlerle onun hikayesini bekliyormuş. Başlamış anlatmaya.

“Bir zamanlar Zalimler Ülkesi’nin bir padişahı varmış. Ülkesine ismini veren onun bir kalp yerine taş taşımasıymış. Bu zalim kralın birbirinden güzel üç kızı varmış. Altınları sarayın duvarlarını aşar memleketi dört bir yanına saçılırmış. Ancak o haline şükretmeyi bilmez durmadan etrafa zehir saçarmış. Oğlu olmadığı için kendisinden sonra kim padişah olacak diye kafayı yer dururmuş. Rengarenk çiçeklere benzeyen kızlarını bu uğurda soldurup sarayın duvarları arasında kurutmuş. Padişah bir gün üzülmekten o kadar çok hasta olmuş ki yataktan kalkamaz hale gelmiş. O çok sevdiği tahtı birden altından çekilivermiş. Fakat zalim padişah hala “bir varisim olsaydı böyle olmazdı” der dururmuş. Ancak hayat gerçekleri onun kafasına vura vura öğretmeye kararlıymış. Padişah yatağında acılar içinde kıvranırken en küçük kızı ona birbirinden güzel yemekler yaparak babasına bakıyormuş. Yemekleri o kadar güzelmiş ki padişah kızının bu denli maharetli olduğunu görünce pek şaşırmış. Ortanca kızı ise tam bir doğa aşığıymış. Ormandan kendi elleriyle topladığı bitkilerden babasına çeşitli ilaçlar hazırlarmış. Padişah, kızının hazırladığı ilaçlar sayesinde günden güne kendini toplarmış. En büyük kızı ise babası hastayken devlet işleriyle ilgilenirmiş ancak onun tahtına düşkün olduğunu bildiğinden bir kez bile yerine geçmemiş. Padişah, kendisi kılını bile kıpırdatamazken sarayın tüm işlerinin bu denli muazzam işlemesine hayran kalmadan edememiş. Kendi ayıbını da bu şekilde fark etmiş. Kızlarının ona sağladığı sevgiyi ve merhameti başka hiçbir yerde bulamaz imiş. En leziz yemekleri yiyip, en doğal ilaçları içtikçe de sıhhati yerine gelmiş. Gelmiş ama artık gözü tahtta değilmiş. Tek dileği kızlarıyla mutlu mesut geçinip gitmekmiş. Ayağa kalktığı vakit bir söz vermiş. En büyük kızını sultan diğerlerini de onun yardımcısı eylemiş. Böylece kızlar ecel gelip padişahı alana kadar onun kanatları altında büyümüş. Padişah babaları bu fani dünyadan göçüp gittikten sonra da gece gündüz çalışarak ülkelerine katkı sağlamışlar. Halkla saray arasındaki uçurum kapanmış ve herkes mutlu mesut yaşamış. Gökten düşen üç elmanın üçü de bizim padişahın kafasına düşmüş. Saklandığı kapıların ardından çıkmış ve bu masaldan payını almış”

Hanım Nine masalını bitirir bitmez sarayın koca kapıları ardına kadar açılmış. Ateşin etrafında toplanan insanlar ne diyeceğini şaşırmış. Birçoğu bu köyde doğup büyümüş olmasına rağmen padişahın yüzünü hiç bilmezler, onu sadece yüreğinin sertliğinden tanırlarmış. Kapıların açılmasıyla birlikte padişah saklandığı yerden çıkmış ve heybetiyle herkesi kendine hayran bırakmış. Kalın pala bıyıkları yüzünün yarısını gölgede bırakırmış. Hanım Nine hariç herkes ayağa kalkmış. Bir tek o padişahtan korkmuyor, onun hatasını yüzüne vuruyormuş.

“Söyle bana Hanım Nine, sizi dinlediğimi nerden bildin?” demiş padişah.

“Sizin gibi kendi masalından mutlu olmayan insanlar başkalarının hikayelerine çok özenir padişahım” demiş Hanım Nine.

“Haklısın Hanım Nine ama sen bana büyük bir ders verdin. Eksik sandığım her şey bana çok fazlaymış aslında. Ben elimdekinin değerini bilememişim. Kafama düşen elmaların her biri kızlarımın ne kadar eşsiz ve sevilmeye değer olduğunu hatırlattı bana. Dilerim ki sen ve senin gibilerin sesleri hiç susmasın! Hikayeleriniz hiç bitmesin ve masallarınız bizi büyütmeye devam etsin!” demiş padişah.

O günden sonra Hanım Nine anlattıkça masal ateşi harlamış ve onun gibilerin yolunu açmış. Anlatmak bir şeyi çoğaltmak, paylaşmakmış ve masallar bunun için varmış. Bir Hanım Nine olamayız belki ama o ateşe bir odun atabiliriz. Belki bize gökten üç elma değil de kıssadan hisse vermek düşer.

DENİZ SARGUT

Start typing and press Enter to search

Skip to content