BEREKETLİ TOPRAKLAR

Print Friendly, PDF & Email

Bir varmış bir yokmuş. Bazen her şey için çok geç olurmuş. Vakti geldiğinde, bulutlar yağmuru yüreğinde toplar ve ekinleri büyütmek için ağlarmış. Ekinler, tohumdan fidana döndüğünde hiç kimse bulutun gözünün yaşına bakmazmış. Yağmurun ardından güneş doğar, gökkuşağı çıkar ve hafif rüzgar başakları boylu boyunca sallarmış. Zamanın birinde altınlar içinde yüzen bir ülke varmış. Toprakları pek bereketliymiş. Bir ekersen on verirmiş. Geniş arazileri ve gürül gürül akan nehirleriyle karnı aç olana ekmek, cebi boş olana bereket getirirmiş. Lakin insanoğlu pek bir nankörmüş. Yediğini saymaz, gördüğünü bilmezden gelirmiş.

Bu topraklarda yaşayan yaşlı bir çiftçi varmış. Saçındaki beyazı ve kalbindeki aşkı bu topraklarda ağartmış. Kendini bildi bileli gece gündüz çalışıp durur, kimseye minnet etmezmiş. Kazandığının üçte birini kendisine alır, kalanıyla fakir fukaranın ocağını kaynatırmış. Köy halkı da onu pek bir severmiş. Bu yaşlı adamın iki tanede oğlu varmış. İsimleri ise Erkin ile Ertan’mış. Bu genç delikanlılar büyüyüp güçlendikleri vakit babasının işini devralmak istemişler. Amaçları hem ihtiyar babalarının işini kolaylaştırmak hem de kazançlarını arttırmakmış. Lakin yaşlı çiftçi, tarlasını oğullarına bırakmayı pek istemezmiş. Hasat zamanı gelmeden önce tohumdan başlayarak işi öğrenmelerini istermiş. Genç delikanlılar ne yapmış ne etmişlerse babalarını ikna etmişler. Etmişler ama yaşlı çiftçinin bir şartı varmış. Tarladan ne kazanırlarsa kazansınlar sadece üçte birini alacaklarmış, gerisini ihtiyaç sahibi olanlara dağıtacaklarmış. Erkin ile Ertan bu teklifi kabul etmişler. O günden sonra yaşlı çiftçi dağın tepesindeki evinde inzivaya çekilmiş, iş hakkında da tek kelime etmemiş. Erkin ile Ertan sabahın erken saatlerinde kalkar, kazma küreğini alarak yollara düşermiş. Az gidip uz gidip bir tarlayı dümdüz ederlermiş. Güneş ile birlikte başladıkları bir güne, geceyle veda ederlermiş. İşlerini bitirip eve döndükleri vakit yorgunluktan uyuyakalırlarmış. Günler ayları, aylarda hasat vaktini kovalamış. Başakları biçtikleri vakit tırpanın ucuna sert bir şey takılmış. Erkin, kazmaya sarılmış iki eliyle ama nafile. Ne vakit hasat bitmiş, ekinler kaldırılmış o vakit gerçek, gün yüzü gibi açığa çıkmış. Meğer toprağın bu kadar bereketli olmasının tek nedeni içerisindeki mineraller değil altındaki altınlarmış. Işıl ışıl parlayan bu madenin sayısı hesaplayamayacakları kadar fazlaymış. Gençlerin sevinçten gözleri parlamış.

“Hemen gidip babama haber verelim de akşama bir ziyafet çekelim” demiş Ertan.

“Önce köylünün hakkını ayıralım yoksa babam bu altınları almamıza izin vermez” demiş Erkin.

“Köylünün hakkı ekindedir hem babamın altından ne haberi olacak da onlara pay etsin” demiş Ertan’da.

“Babama söylediğimiz an o, köylüye de pay biçer” demiş Erkin. Böylelikle iki kardeş aralarında anlaşmışlar ve bu sırrı saklamaya karar vermişler. Tarlada derin bir çukur kazıp altınları da oraya gömmüşler. O gün eve gittikleri vakit yaşlı çiftçi sormuş.

“Bugün hasadı kaldırdınız mı?”

“Evet, babacığım”.

“Kazancınızın üçte ikisini ahaliye dağıttınız mı?”

“Dağıttık babacığım” demiş delikanlılar ama içten içte yalanları ortaya çıkacak diye çok korkmuşlar. Ertesi gün tarlaya gittiklerinde çalışmak yerine altınların bir kısmını ceplerine doldurmuşlar. Az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler. Sonunda büyük bir şehre gelivermişler. Hayatları boyunca hiç yemedikleri kadar yemek yemişler, en pahalı kumaştan elbise diktirmişler. Altınları sanki kolay bulunan bir taş parçasıymışçasına etrafa dökmüşler. Ne vakit geri dönmeleri gerekmiş o zaman ellerini, bomboş kalan ceplerine götürmüşler. Ah, vah, biz bu altınları nasıl hemen bitirdik derken yola düşmüşler. O gece eve geldiklerinde yaşlı çiftçi tekrar sormuş.

“Kazancınızın üçte ikisini ahaliye dağıttınız değil mi?” demiş. “Dağıttık babacığım” demişler ama saksının içinde kuruyan çiçeği hiç görmemişler. Sabah erkenden tekrar yollara düşmüşler. Ceplerine tıka basa altın dizmişler. İhtiyaçlarımızı tamamlar geri döneriz demişler. Şehre gittikleri vakit her şeyi unutmuşlar. Yemişler, içmişler ve eğlenmişler. Ne vakit cepleri boşalmış, altınlar etrafa saçılmış o vakit gitmeleri gerektiğini anlamışlar. İşte böyle altınları toplayalım, şehre gidip harcayalım diyerek geçen üç beş günden sonra yaşlı çiftçi yine sormuş.

“Kazandığınızın üçte ikisini ahaliye dağıttınız değil mi?” demiş. “Dağıttık babacığım” demiş gençler yeniden etrafında olan biteni görmeden. Ertesi gün yine sabahın erken saatlerinde kalkıp tarlanın yolunu tutmuşlar. Bir de ne görsünler koca tarla kurumuş kalmış, rengi sararıp solmuş. Hem altınlar da gömdükleri yerde yokmuş. Erkin ile Ertan kazma küreği eline alarak iki uçtan çalışmaya başlamış. Tüm tarlayı kazıp altınları aramışlar ama bulamamışlar. Üstelik toprak artık üzerine bir şey ekilmeyecek kadar sert ve verimsizmiş. Kazmayı vurdukları toprak, taş oluyormuş. Bu durumla baş edemeyeceklerini anlayan gençler, babalarına akıl danışmaya karar vermişler ve evlerinin yolunu tutmuşlar. Az gitmişler, uz gitmişler, yol boyunca bir güz gitmişler. Yaprağın sarardığı, kuyuların kuruduğu yöne doğru gitmişler. Eve geldikleri vakit görmüşler ki evlerinin önündeki tüm bitkiler kuruyup kalmış. İçeri girdiklerinde yaşlı çiftçiyi düşünceli bir halde pencereden uzaklara doğru bakarken görmüşler.

“Yardım et bize babacığım” demişler.

“Kazancınızın üçte ikisini ahaliye dağıttınız mı?” diye sormuş yaşlı adam. İki kardeş o kadar çok utanmış ki başlarını yerden kaldırmadan cevap vermişler.

“Biz bir hata ettik babacığım” demişler ve başlarından geçen her şeyi bir bir anlatmaya başlamışlar. Yaşlı çiftçi çocuklarına pek kızmış.

“O toprak size mi ait sanıyorsunuz? O yüzden mi kafanıza göre pay ediyorsunuz? Altınların sahibi olduğunuz için mi başkalarını aç bırakmayı kendinize hak görüyorsunuz? Rızkı veren Hüda’dır. Siz ancak onun aracısı olabilirsiniz” demiş. Erkin ile Ertan babalarından azar işittikçe yerin dibine girmişler. Meğer yaşlı çiftçi en başından beri tarladaki altınlardan haberdarmış. Her yıl hasat zamanı geldiğinde, ekinler biçildikçe tarladan altın çıkarmış. Çıkan altını da atalarının öğretilerine göre pay ettikçe ülkedeki bolluk bereket artarmış. O yıl kış pek bir çetin geçmiş. İnsanlar, karınlarını doyuracak bir lokmayı zor bulur hale gelmiş. Tarlaya ne ekerlerse eksinler sabahına yerinden yok oluvermiş. Ne vakit kış bitmiş, yaz yeniden yüzünü göstermişse o vakit toprak ana büyüklük bende kalsın demiş ve insanlara bereket getirmiş. Yaşlı çiftçi işinin başına geri dönmüş ve oğullarıyla beraber acıktım, susadım demeden çalışmaya koyulmuş.

Onlar ektikçe toprak ana biçmiş, sebzelerin en güzellerini önlerine getirmiş. Hasat vakti gelip ekinler kaldırıldığında altınlarıyla onları zengin etmiş. Yaşlı çiftçi, oğullarının doğruyu öğrendiğine inanarak pay etme işini onlara devretmiş. Erkin ile Ertan altınların üçte ikisini ahaliye dağıtmış. Onlar paylaştıkça, kazandıkları arttıkça atmış. Hayat boyu mutlu olmuşlar çünkü bu hayatın sırrına dokunmuşlar.

Alın teriyle kazanılan, emek verilen her şey bir altından çok daha fazlasıymış aslında. İnsan paylaştıkça çoğalırmış. Ya birlikte el ele çıkarmış bu karanlıklardan ya da hep birlikte karanlığa gömülürlermiş. Gökten üç elma düşmüş sevgili okuyucu. Biri aşka, biri dostluğa biri de aileye aitmiş. Bu üçüne sahip olduğun vakit devrilsen de sırtın yere gelmezmiş.

DENİZ SARGUT

Start typing and press Enter to search

Skip to content