İNCİLİ ÇADIR

Print Friendly, PDF & Email

Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, Allah’ın kulu çok, çok demesi pek günahmış. Bir padişahla karısının büyük bir derdi varmış. Günlerden bir gün padişah odasına oturmuş derin düşüncelere dalmıştı. Sultan yanına gelerek:

“Ne yapalım” der; derdini veren, dermanını da verir. Sen hele bir yolculuğa çık.

Bunun üzerine padişah vezirlerini alarak atlara binip yola düşmüşler. Saatleri günler, günleri haftalar, haftaları aylar kovalar. Bir de arkalarına bakarlar ki bir arpa boyu yol yürümüşler. Oturup dinlenmek için bir yerde konaklamışlar. Bir de bakmışlar ki karşı tepeden garip bir şey uçup geliyor. Beklemişler, beklemişler bir de görmüşler ki yaklaşan ateş topacı, nur yüzlü ak sakaklı bir ihtiyar. Yanlarına yaklaşınca: “Hayırlı günler olsun padişahım” der. Padişah hemen ayağa kalkar ve:
“Mademki benim padişah olduğumu bildin,” derdimin de ne olduğunu bilirsin, diye sorar.

“Evet, senin derdini biliyorum.” Sonra cebinden bir elma çıkarır: yarısını sen, yarısını da sultan yesin. Dualarınızı da eksik etmeyin, der, ortadan kaybolur. 

Dokuz ay, dokuz gün sonra nur gibi bir kız bebekleri dünyaya gelir. Çocuk iki üç yaşına gelince, vezirler ilk olarak görmeye gelirler. İçlerinden en yaşlısı, padişahın kulağına eğilerek:

“Bu kız çok güzel,seveniniz olduğu kadar sevmeyeniniz de olabilir; kız büyüyünce başınıza dert açılabilir,” der. Bunun üzerine padişah, yeraltında bir saray yaptırır. Dışarı ile bağlantısı olmayan, dışarıdan içeriye ışık sızmayan bu saraya küçük kız ile nedimesi yerleşir. Nedime ona okuma yazma ve daha birçok faydalı şeyler öğretir ama doğadan söz açmaktan bilhassa kaçınır. 

Aradan uzun yıllar geçmiş, kız büyümüş, serpilmiş,  bir dünya güzeli olmuştur. Bir gün et yemeği yerlerken nedime:

“Aman” der; sakın kemiği boğazına kaçırma. Bu söz üzerine kız, tutar kemiği pencereden fırlatır, cam kırılır, pencereden içeriye ışık girer. Işığın ne olduğunu bilmeyen genç kız, onu yakalamak için saatlerce uğraşır. Kan ter içinde kalır. Akşam olur, yatarlar ama kızı bir türlü uyku tutmaz. Işığın geldiği yerleri merak eder. Ertesi gece dadısı uykuya yatınca, bir yolunu bulup yeraltı sarayından kaçar, dışarı çıkar. Bir de ne görsün, saraya yakın tepelerin eteğinde yumak yumak ışıklar. Koşa koşa oraya gider, bakar ki bir sürü çadır. Kapısında iki nöbetçinin uyuya kaldığı, her tarafı inci ile donatılmış en süslü çadırın içine girer. Yatakta, çok güzel bir delikanlı yatmaktadır. Bir tarafında dürülü bir gömlek, başucunda altın, ayakucunda gümüş şamdan yanmakta, sofrada bir kişilik yemek ve bir bardak su durmaktadır.

Kız, tül gömleğin dürüsünü bozar, şamdanların yerini değiştirir, yemeklerden yer yarım bardak ta su içer ve eve döner. Bakar ki dadı horul horul uyuyor, o da yatar uyur.

Delikanlı sabahleyin kalkınca, bakar ki yemeklerden yenmiş, gömlek bozulmuş, su içilmiş, nöbetçilere bağırıp çağırır. Akşam dağdan bir torba kar getirtip başının üzerine asar. Kar eridikçe, torbadan akan soğuk su damlaları yüzüne düşer, uyumasına engel olur.

Kız gene gelir, bir önceki gece yaptıklarının aynını yapar, fakat tam gideceği sırada delikanlı kolundan tutar. “Sen kimsin in misin cin misin?” diye sorar. Kız da: “Ne inim ne de cin, seni yaratan Allah’ın bir kuluyum” der. Geceyi incili çadırda geçirir. Sabahleyin uyanır ki güneş doğmuş, etrafta da ne incili çadır ne de bir kimse var. Meğerse bir başka ülkenin padişahının oğlu evlenecekmiş. Adet olduğu üzere güveyi ile arkadaşları kırk gün kırk gece dağa çıkar eğlenirlermiş. Bugün de kırkıncı gün olduğu için, çadırlar toplanılmış, incili çadırda yatan padişahın oğlu da arkadaşlarını alıp memleketine dönmüş. Kız başlar ağlamaya. Neden sonra, oradan geçen bir çobandan, çadırların bulunduğu yerin, “Şehvaneli” olduğunu öğrenir. Bunun üzerine kız, çobana:

“Ne olur çoban, üzerimdeki altınların hepsi senin olsun, bana arkandaki elbiseyle, bir koyun karnı ver,” der. Çoban kızın isteklerini yerine getirir. Partal elbiseleri sırtına, koyun karnını da başına geçirince, olur bir keloğlan bizim kaçar kız, düşer yola. Padişahın oğlu da gider, bir arkasına bakar, iç çekermiş. Keloğlan yanına yaklaşınca, adın nedir diye sormuş. Keloğlan da “Abdal” demiş.

“Nereden gelirsin?”

“Şehvanilinden.”

“Orada ne gördün?”

“İncili çadır kurulu gördüm. Tül gömleği dürülü gördüm, gümüş şamdan döner gördüm, içinde bir güzel ah edip ağlar gördüm,” deyince delikanlı:

“Ne deyip ağlıyordu?” diye sorar. Abdal da:

“Uyudum, nettim,

Ben bana ettim,

Gülünen Nergis,

Yârimi nittin,” deyince abdalın, çadırına gelen genç ve güzel kız olduğunu anlar, bir birlerine sarılıp muratlarına ererler.

Gökten üç elma düştü, üçüde murat edenlere….

Derleyen: Veysel ARSEVEN
[1] Türk Folklor Araştırmaları Dergisi, 1967, sayı: 221 

Start typing and press Enter to search

Skip to content