EDEBİSTAN ÜLKESİ-3

Print Friendly, PDF & Email

Sesli Dinle

Pekiyi ya Hilmi Amca?

“Söylesene o konuyu nasıl toparlayacağım?” dedi Fatih. Şemseddin yine Edebistan’dan örnek verdi. “Bak” dedi;

  • Edebistan’da ilk önce edep öğrenilir. İlimden önce, yani bilgiden ve okuldan önce edep gelir. Bir hata yapabilirsin. Ama seni uyaran birine kulak asmazsan hatana hata eklemiş olursun. Hem de saygısızlık etmiş olursun. Edebistan’ın mahallelerinde bütün büyükler bütün çocukları uyarabilir. Yani senin baban veya annen olmasa da seni uyaran bir büyüğü dinlemelisin. Hatan varsa özür dilemelisin. Düzeltmelisin. Çünkü komşuların birbirleri üzerinde hakları vardır. Öğretmenin öğrencisi üzerinde hakları vardır. Küçüklerin de büyüklere karşı her zaman sorumlulukları vardır. Edebistan’da aynı mahalleyi paylaştığın insanlar seni orada istemezlerse artık orada yaşayamazsın. Yani oradan kovulursun. Bu yüzden kimseyi rahatsız etmemen, herkes tarafından sevilmen gerekiyor. Herkes hareketlerine dikkat etmeli. Böylece Edebistan güzelleşiyor, aydınlanıyor, renkleniyor, büyüyor.
  • Haklısın. Ben bu hataları yaptığımda dünya kararmıştı, bulanıklaşmıştı ve çirkinleşmişti. Oysa sen doğruları yaptıkça Edebistan tazelendi, renklendi, güzelleşti. Sanki dünya bize göre değişiyor gibi.
  • Evet, tam da öyle olur. Dünya her an bize göre yeniden şekillenir. İyiysek iyi olur, kötüysek kötü.
  • Keşke biz de Edebistan’da yaşasaydık.
  • Yaşıyoruz aslında.
  • Nasıl yaşıyoruz?
  • Edebistan bir hayal dünyası değil ki. Biz Edebistan’ın çocuklarıyız. Edebistan Osmanlı ülkesi, Selçuklu ülkesi, yani bizim medeniyetimizin ülkesi.
  • Gerçekten mi? Sarı çiçekler, sadaka taşları, başkalarını düşünen insanlar, ahşap ve taş evler, yemyeşil sokaklar, bütün bunlar gerçek miydi yani?
  • Elbette gerçekti. Bu kadar da değil çok daha fazlası vardı. Ama biz bunları kaybettik.
  • Başka neler vardı?
  • Mesela evlerin kapılarında ikişer tokmak vardı. Biri ince biri kalın. Kapıyı çalan erkek ise kalın olanı, kadın ise ince olanı vururdu. Böylece içerdekiler kadın mı erkek mi geldi anlar, kapıyı ona göre açarlardı. Kapıyı çalan kişi evin içine bakmaz, bir adım geride, yüzünü dışarı dönerek beklerdi. Bunlar evdekileri rahatsız etmemek içindi. Evlerin kapılarında “Ya Fettah” yazardı, yani her kapıyı açan Allah. Ve duvarlarında da Allah’ın diğer isimleri yazardı.
  • Hangi isimler?
  • Ya Hafız mesela. Yani evi koruyan, gözeten, saklayan anlamında. Ya da Malik-el Mülk. Yani evin asıl sahibi Allah’tır anlamında.
  • Ama evin sahibi biz değil miyiz?
  • Hayır evin de, onun içindekilerin de, dışındakilerin de tek bir sahibi var; O da Allah. Biz ise sadece bu dünyadan gelip geçenleriz ve bu evlerde, okullarda geçici olarak bulunuyoruz.
  • Demek hiçbir şeyin sahibi değiliz ha. O zaman zenginliğin de bir anlamı kalmadı. Ben gerçekten büyük edepsizlik etmişim. O zaman her yer Allah’ın olduğuna göre, her yerde O’nun istediği gibi davranmak zorundayım.
  • Evet aynen öyle. Ama olsun bunu anladın ya. Artık ona göre davran ve Allah’ın sana verdiklerini kimsenin başına kakma. Allah isterse bütün bunları senden alıp başkalarına da verebilir.
  • Yapar mıyım hiç. Asla! Ne güzel bir ülkeymiş eskiden bizim ülkemiz. Anlatsana başka neler vardı?
  • Mesela lambaları yak ya da söndür demezlerdi. Lambayı uyandır ya da dinlendir derlerdi. Çünkü onlara bile saygı duyuluyordu. İnsana hizmet eden canlı cansız herşeye saygı duyuluyordu. Kapıyı kapat değil, ört ya da sırla denirdi. Mesela kimse yerlere tükürmez, çöp atmazdı. Yere tükürenin mahkemelerde şahitliği kabul edilmez, sözüne güvenilmezdi.
  • Neden ama, ne alakası var?
  • Çünkü yere tükürüp herkesin ortak malı olan yolları kirletenlerin, doğru söyleyeceğine, başkalarının hakkını koruyabileceğine inanılmazdı. Yere tükürenlerin pisliğini kapatmak için sokaklarda dolaşan görevliler vardı. Tükürüklerin üzerine kül döker, hastalıkların yayılmasını ve sokakların kirli görünmesini engellerlerdi.
  • Ne kadar ince düşünen insanlarmış. Herşeyi düşünmüşler. En küçük kötülüğe bile izin vermemişler.
  • Elbette. Eskiden arabalar, uçaklar yoktu. İnsanlar yürüyerek ya da atlarla yol alıyordu. Tabi yolculuklar çok uzun sürüyordu, insanlar da yoruluyorlardı. Yolcular dinlensinler diye konaklar, hanlar yapılmıştı. Yolcular buralarda dinlenir, yemek yer, su içer, hatta yatıya kalırlardı ve hiç para ödemezlerdi. Misafir kabul edilirlerdi. Kaybolan eşyaları bulanlar o eşyaları kayıp taşlarına koyarlar, eşyasını kaybedenler de eşyalarını o taşlarda ararlar, hemen bulurlardı. Hiç kimsenin eşyası kaybolmazdı. Çalınmazdı. Hayvanlara merhametli davranılırdı. Dünyanın ilk hayvan hastanesi bizim ülkemizde açılmıştı. Hasta ya da sakat olduğu için göç zamanını kaçıran leylekler bu hastanede tedavi ediliyordu. Eşekler de insanlar gibi haftada iki gün tatil yapıyordu. O günlerde çalıştırılmıyor, yük taşımıyor, dinleniyorlardı. Sen hiç eşeğe insan gibi davranılan bir ülke duydun mu? Bizim ülkemiz böyle bir ülkeydi işte. Bu ülkede evlerin çatılarına leylekler yuva yapardı. Ama sadece Türklerin çatılarına.
  • Neden? Leylekler Türklerle Türk olmayanları nasıl ayırt ediyordu ki?
  • Çünkü Türkler onları kovalamıyor, yuva yapmalarına izin veriyor ve hatta yuvalarına iyi bakıp onları besliyorlardı. Türk olmayanlar ise onlara bu kadar değer vermiyordu. Allah’ın yarattığı her canlıya değer vermek bizim adetimizdir. Annesi veya babası olmayan çocuklar herkesin çocuğu olurdu. Onları herkes gözetirdi. Sadece bu çocuklara meyve yedirmek için kurulmuş vakıflar vardı. Yani zengin ve iyi insanlar meyve alıyor, mahalle mahalle dolaşıp kimsesiz çocukları buluyor ve onlara meyve yediriyordu. İnsanların temiz ve sağlıklı nefes alabilmesi için kurulmuş vakıf bile vardı. İstanbul boğazının eteklerinde, ormanın içinde, ağaçların ürettiği taze oksijeni ciğerlerine çekmek isteyenler için güzel bir köşk yapmışlar ve bu köşkü herkese açmışlardı. Düşünsene; böyle güzellikler insana cenneti hatırlatmıyor mu? Koskoca padişahın bir küçük karıncayı incitmekten çekindiği bir ülkeydi bu cennet ülkesi. Karınca hakkını alır diye korkmuştu yüce padişah.

Şemseddin anlattı, Fatih dinledi. Fatih dinledikçe öğrendi. Öğrendikçe büyüdü. Öğrendikçe akıllandı. Kuşlara evler yapan bir medeniyetin çocuğu olduğuna sevindi. Kediler için, leylekler için hastaneler açan bir medeniyetin çocuğu olduğuna sevindi. Böyle bir medeniyetin çocuğu olarak öğretmenine, komşularına, bakkal amcaya, aparatman görevlisine, servis şöförüne, okuldaki temizlikçi teyzeye, hatta sokakta karşılaştığı büyüklerine karşı aynı saygı ve sevgiyle davranması gerektiğini hatırladı. Çevresini temiz tuttu. Söylenen sözleri dinledi. Konuşurken edebiyle konuştu. Edep bir elbise gibiydi. Onu giyen herkes güzelleşiyordu. Edep elbisesini giyenleri herkes tanıyordu. Edep elbisesini giyen insanın duruşu, bakışı, gülümsemesi, konuşması, selamlaşması değişiyor, herkeste hayranlık uyandırıyordu.

“Desene biz aslında Edebistan’da yaşıyoruz ama Edebistan’ı bozmuşuz, değiştirmişiz, eski güzelliğinden eser kalmamış.” dedi Fatih. Şemseddin de başıyla onayladı ve sözü devam ettirdi.

  • Evet ama yine eskisi gibi güzelleştirmek de bizim elimizde. Her birimiz bu işi başkalarına bırakmayıp uğraşırsak sonunda yine her şey eskisi gibi güzel olacaktır.

“Keşke oyundaki kadar kolay olsaydı, hemen yapabilseydik.” dedi Fatih. Şemseddin yine kendine yakışır bir cevapla Fatih’i şaşırttı;

  • Zaten bu yaşadığımız hayat da aynı EDEBİSTAN gibi bir oyun. Hiçbir farkı yok. Bak şimdi biz telefonu elimize alıp bu oyunu oynarken karşımıza bazı seçenekler çıkıyor. Eğer doğru olanı seçersek puan kazanıyoruz, yanlış olanı seçersek kaybediyoruz. Bu puanlar ne işe yarıyor? Oyunun devamını, belki de sonunu görmemizi sağlıyor. Ne kadar çok puanımız olursa oyunu başarıyla bitirmeye o kadar yaklaşıyoruz. Hayatımız da böyle. Aslında sandığımız kadar uzun değil. Yaşadığımız her olayda doğruyu seçersek sevap kazanıyoruz, yanlışı seçersek günah. Sevaplarımız artı puan, günahlarımız ise eksi puan. Bunlar toplandığında hayat oyununu kazandık mı kaybettik mi göreceğiz. Bazılarımızın neredeyse hiç eksi puanı yok. Yani yanlış yapmaktan her zaman kaçınanlar, onlar en başarılılarımız. Onlar belki de hem oyunu kazanacak, hem de bu oyunu kuranı görebilecekler.
  • Kim ki bu oyunu kuran?
  • Allah! O’nu görmek, O’nu bilmek ödüllerin en büyüğü. Bu hayatımızı O’nun istediği gibi hep iyilik ve güzellikle yaşayabilirsek belki de bize kendisini gösterecek. O bizim her anımızı izliyor, her yaptığımızdan haberi oluyor. Ve doğrularımız için bize puan veriyor, yanlış yaptığımızda puanlarımızı alıyor. Artık sen de bu hayat oyununu O’nun kurallarına göre oynamaya başlasan iyi olur. Bunu becerebilirsen zaten EDEBİSTAN’ın bir numaralı oyuncusu olabilirsin. Hem de kolaylıkla, kendiliğinden. Çünkü her yapman gerekeni bileceksin, antrenmanlı olacaksın.

Artık Fatih hocası Şemseddin’den öğrendiği bu bilgilerle hayata başka türlü bakmaya başlamıştı. Bu dersleri hayatı boyunca unutmadı. Şemseddin’in yanından hiç ayrılmadı. Onun sözünden çıkmadı. Şemseddin her dara düştüğünde Fatih’e yardım etti, omuz verdi. Onu yanlışlardan alı koydu, doğruları gösterdi. Yorulduğunda, sıkıldığında, usandığında ona güç verdi, cesaret verdi. Fatih de onu hiç mahcup etmedi. Sultan Mehmet Han gibi bir Fatih olabilmek için derslerine çok çalıştı. Yeni teknolojileri merak etti. Yabancı diller öğrendi. Kütüphanesini kitaplarla doldurdu ve zamanını okuyarak, kendini geliştirerek geçirdi. Matematik ve geometriyi çok sevdi. Bol bol şiir yazdı ve okudu. Gemileri karadan yürütecek zekaya, İstanbul’u fethedecek inanca, hiç bir koşulda doğrudan ayrılmayacak kuvvete sahip oldu. Ülkemizdeki nice Fatihler ve Şemseddinler gibi bu dünyayı kirletmeyecek, bozmayacak, güzelleştirecek ve onaracak olanların arasına katıldı. Saygısıyla, sevgisiyle, merhametiyle, ahlakıyla bu dünyada yeniden bir EDEBİSTAN kurmaya ve yaşatmaya niyetlendi.

Start typing and press Enter to search

Skip to content