TÜCCAR SALİHİN HİKAYESİ

Print Friendly, PDF & Email

Sesli Dinle

Merhaba sevgili okurlar. Bugün size Kaf Dağının ardından bir masal anlatacağım. Hayal ülkesinden. Bu masal Tüccar Salih adında bir gezginin başından geçenlerle oluşturdu. Haydi bakalım masalımıza başlayalım.

Zaman zaman içinde, kalbur saman içinde… Bu sözün önü var, arkası yok; gömleğimin yeni var yakası yok… Sabır da bir huydur, suyu var tası yok. De gel sabreyle sabreyle… İyi ama susuzla sabırsız ne yapar? Ya bir kuyu kazar, ya dolaşır çarşı pazar; ben de aç karın, yüksek nalın çıktım pazara, Mevlam uğratmasın iftiraya nazara…

Bir kaz aldım karıdan, boynu uzun borudan! Kendisi akça pakça, eti kemiğinden pekçe, ne kazan kaldı ne kepçe! Kırk gündür kaynatırım kaynamaz.

Hay dedim, huy dedim; bu ne pişmez şey dedim. Bir iken iki olduk, üç iken dört olduk; anan soylu, baban boylu derken kırk olduk; kırkımız kırk ateş yaktık!… Kırk gündür kaynatırım kaynamaz. Baktım ki olacak gibi, sofraya konacak gibi değil, eğil dağlar eğil dedik; onumuz hu çekti, onumuz su çekti; onumuz un, odun çekti; haydan geleni huya sattık, unu bulguru suya kattık. Suyu kazana, kazanı yeniden ocağa attık; vay ne kaynattık ne kaynattık… De şimdi kaynar mı, kaynamaz mı? Derken efendim bu kez başını kaldırıp bize bakmaz mı!..

Gayrı pabucunu bırakıp kaçan kaçana! Kanadını kaldırıp uçan uçana! Eh, bir ben miyim kırk kişinin gevşeği? Çıkardım ahırdan boz eşeği vurdum sırtına palanı, çektim yedi yerden kolanı; bindirdim üstüne doksanlık anamı. Boynuna mavi bir boncuk takmadım ama, koynuna koydum bir sabırtaşı. Sabırtaşı, sabırcıktaşı deyip geçmeyin öyle! Ne anamın aşı, ne gözümün yaşı. İtler işin başı, tandırın başı, masalın başı, bu sabırtaşı! Verilecek kuluna vermiş, bize de versin Yaradan; haydi dedikoduyu kaldırıp aradan, dinleyin şimdi; sabırlı kim, sabırsız kimdi…

Kaf dağına göre güneşin doğduğu yerde Behriman isimli bir şehir varmış. Bu şehirde çok zengin bir tüccar ve bu tüccarında Salih isimli haylazmı haylaz, hiç uslanmaz bir oğlu varmış. Babasının malına ve parasına güvenen Salih hiçbir iş yapmaz, her gün başka bir eğlence meclisinde gününü gün edermiş.

Bir gün babası ansızın ölüvermiş. Salih çok da üzülmemiş. Çünkü babası çok zengin olduğu için Salihe neredeyse bir oda dolusu altın kalmış. Salih gününü gün ederek yaşamaya devam etmiş. Ancak hazıra dağmı dayanır der atalar. Nihayet altınlar suyunu çekmeye başlamış ve Salihin elinde avucunda kala kala son bir kese ile içinde de yüz altın kalmış.

Bir akşam yine arkadaşlarıyla eğlendikten sonra genç salih bakmışki servet tükendi hayatını devam ettirmesi için para kazanması lazım. Hemen karar vermiş. Ertesi günü elindeki son yüz altınla kumaş almış ve uzak diyarlara giden bir ticaret gemisine binmiş. Niyeti ticaret yaparak para kazanmak ve zengin bir adam olarak ülkesine dönmekmiş.

Behriman şehrinden diğer tüccarlarla birlikte yola çıkmışlar. Uzun müddet güneşin battığı yöne doğru yol almışlar. Günlerce gittikleri halde bir türlü kara görünmüyormuş. Bir gün denizin ortasında olmalarına ve etrafta bir kara parçası görünmemesine rağmen gemi sanki karaya oturmuş gibi duruvermiş.

Kaptan ve bazı tayfalarla birlikte Salihde gemiden inerek ne olduğuna bakmak için etrafı dolaşmaya başlamış. Bu arada Salih yoluna çıkan birkaç odun parçasını bir araya toplamış. Niyeti ateş yakım yemek yapmakmış.

Tam gemiye dönmek üzere hareket etmek üzerelerken üzerinde durduklarını ve kara parçası sandıkları o kocaman şey hareketlenivermiş ve birden bire denize doğru yüzmeye başlamış.

Meğer devasa bir balinaymış kara sandıkları. Kaptan ve diğer tayfalar gemiye yakın oldukları için hemen iplerle gemiye tırmanmışlar ancak Salih son anda karşısına çıkan büyük bir ağaç kütüğüne tutunarak suyun yüzünde kalakalmış. Gemi uzaklaşıp gitmiş. Balina da denizin derinliklerine doğru yüzmüş ve kaybolmuş.

Uçsuz bucaksız denizin ortasında bir başına kalan salih ne yapacağını bilemez bir vaziyette başlamış dalgaların ve akıntının sürüklediği yöne doğru gitmeye.

Günlerce böyle denizin üzerinde sürüklenmiş durmuş. Nihayet kendinden geçmiş ve artık ne olduğunu bilmeden denizin üzerinde tutunduğu ağaç kütüğü ile sürükleniyormuş.

Bir ara kendine geldiğinde kendisini bir kumsalda bulmuş. Açlıktan ve susuzluktan bitkin bir halde kendini yavaş yavaş denizden uzaklaştırmaya ve karaya doğru çekmeye başlamış. Sürüne sürüne kıyıdaki bir ağacın altına gelmiş.

Bu ağaç bir hurma ağacıymış. Yere düşen hurmalardan karnını doyuruncaya kadar yemiş ve orada iki gün boyunca derin bir uykuya dalmış ve kendine gelmeden uyumuş. Nihayet uyanıp, kendine geldiği zaman yine ağaçtan düşen tatlı hurmalardan yiyerek karnını doyurmuş ve susuzluğunu gidermek üzere adanın içlerine doğru ağaçların arasından yürümeye başlamış.

Uzun bir süre yürüdükten sonra dümdüz ve çok geniş bir ovaya çıkmış. Hiç kimsenin olmadığı bu yemyeşil ovada sadece atlar varmış. Bu atlar kimin diye düşünürken kulağına çalınan su sesi ile irkilmiş. Hemen sesin geldiği yöne gidince bakmış ki bir dere akıyor. Suyun tadına bakınca deniz suyu olmadığını görmüş ve kana kana o sudan içmiş.

Sonra başını kaldırdığında etrafını silahlı adamların sardığını görmüş. Korkuyla ayağa kalkmış, ellerini kaldırmış ve siz kimsiniz demiş. Onlarda biz padişahın seyisleriyiz burası da onun atlarının beslendiği eğitildiği ada. Sen kimsin burada ne arıyorsun diye sormuşlar.

Salih başından geçenleri olduğu gibi anlatmış. Sonra adamlarla birlikte Padişahın huzuruna çıkmış. Padişah kendisine kim olduğu ve nereden geldiğini sorunca o da olduğu gibi hikayesini anlatmış. Padişah bu hikayeden çok hoşlanmış ve Tüccar salihe “Bu şehirde özgürsün istediğin gibi gezebilirsin. Hatta gelen gemilere sor bakalım senin şehrine giden varsa onlarla birlikte dönebilirsin” diye tembihlemiş.

Salih hemen araştırmaya başlamış. Ancak günlerce şehirde gezdiği halde kendi şehrine gidecek bir gemi bulamamış. Bir gün limanda gezerken birden limana yeni bir geminin yanaştığını ve mallarını indirmekte olduğunu görmüş.

Yaklaşmış gemiye nereden gelip nereye gittiğini sormak için. Tam kaptanla konuşacakken hayretle bakakalmış. Meğer o gemi denizin ortasında kendisini bırakıp korkuyla kaçıp giden gemi değilmiymiş. Ticaret için bağdattan bindiği gemi imiş.

Hemen kaptanın yanına gitmiş kendisini tanıtmış. Kaptan önce tanıyamamış Tüccar Salihi. Sonra yaptıkları yolculuğu anlatmış tüccar salih o zaman kaptan gözlerine inanamamış biz seni öldün sandık Salih, o yüzden aramadık, diye özür dilemiş. Sonra da tüm mallarını kendisine iade etmiş.

Tüccar Salih satıp para kazanmak üzere yüz altınla aldığı tüm değerli kumaşların bir kısmını kendisine iyiliği dokunan o ülkenin padişahına hediye etmek üzere ayırıp güzelce paketlemiş. Ertesi gün padişahın huzuruna çıkarak kendisine gösterdiği yakınlıktan ve yaptığı iyilikten dolayı çok teşekkür ettiğini söylemiş. Sonra da bir bir paketleri açarak her biri ayrı renkte, farklı desende olan pırıl pırıl ipek kumaşları padişahın ayaklarının altına sermiş. “Kabul buyurunuz efendim bunlar nadide kumaşlardır ve size hediyemdir” diyerek takdim etmiş.

Meğer Tüccar Salihin, padişahın ayakları altına serdiği o ipek kumaşlar padişahın ülkesinde çok kıymetli ve bulunmaz kumaşlar olarak bilinirmiş. Padişah bu durum karşısında çok sevinmiş, gurur duymuş ve Tüccar Salihe çok büyük ikramlarda bulunmuş. Yüz kese altın vermiş ki her birinde yüz altın varmış, sonra on tane görevli ile onların başlarında taşıdığı büyük kaplarda elmas, yakut, inci, mercan, altın gibi kıymetli ziynet eşyalarının bulunduğu bir hazine bağışlamış.

Tücar Salih bunlara çok sevinmiş ve paişahım çok cömertsiniz ama ben bunları alamak ki diye itiraz edecek olmuş ancak Padişah çok öfkeli biri imiş ve hemen kaşlarını çatarak Tüccar salihe bakmış. Tüccar Salih anlayacağını anladığı için hemen sus pus olmuş. Padişahın verdiği hediyeleri konakladığı eve taşıtmış.

Artık çok zengin ve varlıklı bir tüccar olduğu için şehirde kendisine ilgi de artmış imiş. Şehrin ileri gelenlerinden gülyağı satıcısı bir tüccar evinde ülkelerinin ve şehirlerinin dışından gelen tüccarlara bir ziyafet vereceğini duyurmuş. Tüccar Salihi de bu davete çağırmış.

Tüccar Salih çok güzel elbiseler satın alarak bu davete gitmek üzere yola çıkmış. Nihayet Gülyağı satıcısının dükkanının ve evinin aynı yerde olduğunu görmüş. Aslına gül yağı satıcısının niyeti başka imiş. Dünyalar güzeli bir kızı varmış ve onu namuslu, edepli, zengin bir tüccarla evlendirmek niyetinde imiş.

Ev sahibi kızın babası yemek esnasında Tüccar Salihin yanına oturmuş. Tedirgin bir vaziyette konuyu kendisine açmış ve demişki “Benim bir kızım var, bir gözü kör, bir ayağı topal, bir kolu çolak, bir kulağı sağır. Böyle bir kızımı da bir Müslüman erkekle nikahlamak istiyorum. Darı dünyada bir tek kızım var benim eğer kabul edersen sana eş olması için nikahınızı hemen kıymak istiyorum demiş. Tüccar salih o güne kadar böyle bir teklif almadığı için şaşırmış. Düşünmüş taşınmış peki demiş madem öyle bende kızınıza talibim.

Nihayet düğün yapılmış, günlerce yemekler ikram edilmiş ve o güne kadar bir kere bile görmediği güzel gözlünün odasına girmiş. Bir müddet hanımı ile o memlekette kalmışlar. Sonra da Tüccar Salih kazandığı paraların bir kısmıyla kendisine bir gemi satın almış. İçini envai çeşit ticaret malları ile doldurmuş, memleketine doğru yola çıkmış.

Uzun bir yolculuktan sonra Behriman şehrine gelmiş. Herkes limana yanaşan bu büyük ve görkemli geminin Tüccar Salihe ait olduğunu öğrenince çok şaşırmışlar. Bu arada Tüccar Salih uzun bir müddet kaldığı ve padişahı ile dost olduğu ülkenin fahri elçisi olarak Behriman sultanına çok güzel hediyler takdim edip onun da dostluğunu kazanmış.

Böylece yine eskisi gibi zengin ve varlıklı biri olarak yaşamaya devam etmiş. Ancak bir farkla. Artık parasının kıymetini biliyor har vurup harman savurmuyormuş. Ticaretle uğraştığı içinde adı O şehirde Tüccar Salih olarak anılır olmuş. Ömrünün sonuna kadar tüccarlık yaparak hayatını mutlu mesut ve bahtiyar geçirmiş.

Start typing and press Enter to search

Skip to content