ÇOCUKLUĞUN YİTİRİLDİĞİ BABİL

Print Friendly, PDF & Email

Dil insani bir buluş mudur yoksa tanrısal bir yetenek midir? Zaman ilerledikçe doğuştan itibaren bize verili olan bir şeyi mi ortaya çıkarırız yoksa hepimiz şimdiye kadarki belki de en etkileyici buluşu yapan birer dahi miyiz? konuşma dediğimiz şey nasıl gerçekleşir, ortaya çıktığı ilk an, aslında neredeydi, nasıl ona sahip olmuşuz? Bir anlatıya göre Sümerler yüksek bir kent ve bir kule inşa ederek göklere yani tanrı katına erişip yeryüzüne ün salmak isterler. Tanrı insanların kendisine erişebileceklerini düşünmeleri karşısında sinirlenmiştir, bu kuleyi görmek için aşağı iner, fakat, insanlar tek bir halk olup aynı dili konuşunca hiçbir engel tanımıyorlar madem, diye düşünür ve kibirleri karşısında sinirlenir. Bir ceza olarak kenti yıkıp, o topluluğun insanlarını yeryüzüne dağıtıp dillerini karıştırır. Söylentiye göre insanlar, 72 farklı dile sahiptirler ve artık birbirlerini anlamayacaklardır.[1]

Babil Kulesi efsanesi hem kibrin büyük bir günah olduğunu hem de yeryüzündeki dillerin kaynağını anlatan kadim bir hikâyedir. Kibirleri yüzünden insanların cezası topluluklarının parçalanması değildi, dillerinin ayrılmasıyla birbirlerini artık anlayamayacak olmalarıydı. Demek ki anlaşılabilmek tanrısal bir vergiydi ki tanrı tarafından bundan mahrum bırakılabiliyorduk. Aynı dili konuştuğunuz halde biriyle birbirinizi anlamadığınız anları düşünün. Anlaşılabilmek ilk etapta konuşmakla gelen bir şey, aynı dili konuşmaktan bahsetmiyorum ama dikkatinizi çekerim, jestler ve mimikler konuşmayı destekleyen şeyler. Ve konuşmak, dil, söz, ses bunlar birbirlerinden farklı şeyleri imleyen terimler. Dil derken dil ile söylem, dil ile söz arasında bir ayrımı kabul ederek konuştuğumu belirtmeliyim. Yani dil dediğimiz şey insana mahsus bir şey değil, örneğin hayvanların da bir dili var lakin insanın sahip olduğu sesleri diğer canlılarınkinden ayıran bu seslerin eklemlenmiş olarak ortaya çıkmasıdır. İnsanı diğer canlılardan ayıran şey bir dile sahip olması değil dil ile söz arasında bir bölünmeye sahip olmasıdır. Bu bölünmeyi fark ettiği, ayırt ettiği an konuşmaya başlar. Bunu bir yarık gibi tahayyül ediyorum, insanın konuşamadığı ve birden konuşabilmeye başladığı o an, öncesi ve sonrası bir daha aynı olmayacak bir yarın gibidir.

Dile maruz kaldığımız anlar bebekliğin tamamı olmasına rağmen en aşağı yukarı bir yıl geçmeden konuşmaya geçemiyoruz. Bebekken başımıza gelenleri hatırlayamazken dil nasıl olur da diğer şeyler gibi unutulmaktan ziyade tam ters bir istikamette konumlanıp konuşmayı öğrendiğimiz bir araç olur? Bebek çağımızda yaşadıklarımızı unutmaya bebeklik amnezisi deniyor. Bu unutuşun sebeplerini ortaya koymak için yapılmış birçok araştırma var fakat henüz net bir yanıt bulunmuş değil. Bunun yanı sıra dilbilimciler bebeklerin dünyanın tüm dillerinin ses birimlerini oluşturduğunu belirtiyorlar.[2] Bebekler dil ile söylem arasındaki farkı fark ettikleri zaman konuşabilir hale geliyorlar.

Dil meselesi üzerine uzun zamandır düşünüyorum; kendi içinde birçok farklı tartışma alanlarına ayrılıyor, bir dili edinmemiz yani konuşmaya başlamamız psikolojik ya da fiziksel olarak basamaklandırılmış durumda. Basit bir araştırmayla bunlara internet üzerinden ulaşabilmek mümkün. Dil öğrenmek nasıl meydana gelir, sorusunu soruyorum ama buna rasyonel bir cevap vermek değil niyetim. Bu kez dikkatinizi konuşmaya başladığımız anın öncesi ve sonrasına çekmek istiyorum. Dili konuşmaya başladığımız an, adeta bir milat gibi çocukluğumuzu ikiye böler. O andan öncesinde “konuşmak” dediğimiz eylem kesinlikle mümkün değildir ve sonrasında da asla eskiye dönemeyiz. Burada dile sahip olmak ve konuşmak edimlerini birbirinden ayırmak gerekir. Bir dile sahip olduğunuz gerçeği- gerçi biz mi bir dile sahibiz yoksa dil mi bize sahiptir bu da farklı bir tartışma konusu- sizin konuşuyor olduğunuz anlamına gelmiyor. Konuşulan, etrafımızdaki her şeyde canlı bir şekilde yaşayan bir şeyin içine doğuyoruz, doğmadan önce bile geleceğimiz yer, uyuyacağımız yer, yiyeceğimiz yemek buna göre ayarlanmış oluyor. İster istemez belli bir süre bu yoğun maruz kalmadan sonra konuşmaya başlıyoruz, artık o dile ait olmaya başlıyoruz. Agamben, çocukluğun yitirilmesiyle dilin öznesinin ancak ortaya çıkabildiğini söyler. “İnsanın çocukluğu bağlamında deneyim insani ve dilsel arasındaki basit farklılıktır.”[3] İnsanın çocukluğu deneyimi ikiye böler, çocuk konuşmaya başladığı andan itibaren artık aynı değildir, konuşmak için kişinin kendini önce dilin öznesi olarak kurması gerekir, bunu yaptığında da artık konuşmaya başladığı için çocukluğunu geride bırakmıştır, artık konuşamadığı o kişiden çok farklıdır, çocukluğun yitirilmesi ile dilin öznesi ortaya çıkar.

İnsanın bir çocukluğu olması ve konuşabilmek için kendini inşa etmeye mecbur olması, Agamben’e göre göstergenin dünyasını ikiye ayırır ve saf dili insan söylemine göstergesel olanı anlamsal olana dönüştürür. Chomsky’ye göre dil doğuştan gelir ama hayvan türlerinden farklı olarak insan dili bütünüyle genetiğimizde yazılı değildir. İnsanın dili öğrenebilmesi için dille karşılaşması, ona maruz kalması zorunludur.

Descartes’ın akıl ve ruh arasında yaptığı ayrım ve akla gereğinden fazla önem verilmesi deneyim alanında hayal gücünün itibarsızlaştırılmasına sebep oldu. Antik çağda hayal gücü bilginin elde edildiği en yüce araçlardan biriydi. Gerçek dünya ile düşünülür dünya arasında kendi gerçekliğine sahip olan hayal dünyası bu iki dünya arasındaki iletişimin başat yoluydu. Sosyal antropolog G. Devereux, Mohaveler’in Şamanlık güçlerini ve bu güçleri elde etmek için gerekli olan yöntemleri, şarkıları düşlerinde kazandıklarına inandıklarını söyler. Ne zaman ki rasyonel akıl popüler olmaya başladı, akıl dışı görülen her türlü bilgi edinme yolu da geri plana itildi. Agamben antik çağın bu gizemli deneyiminin özünün insani olanın bir perspektifi olan çocuklukta daha iyi kavranabileceğini bize hatırlatır. Şöyle ki bu gizemli düş deneyimi pathema (maruz kalmak, acı çekmek) olarak son kertede ölümün öngörülmesidir ve bu deneyim “gizem”(mysterion) sözcüğünün de zaten buradan türediğini, başka bir deyişle “suskunluk” anlamına geldiğini söyler. İlk biçimiyle gizemli deneyimin merkezinde bir bilme değil bir acı çekme olduğu doğru idiyse ve bu pathema özünde dilden ayrılmış bir şey idiyse o zaman bu deneyim insanın çocukluk deneyimine bir hayli yaklaşmaktadır. “Bu nedenle, insanın özgün boyutu olarak çocukluğun hakikatini içeren şey de hakkında konuşulmaması gereken gizem değil peri masalıdır, ancak anlatmakla var olabilen bir masal. Çünkü gizemin susma zorunluluğundan masalda onu büyülenmeye dönüştürerek kurtulur insan. İnsanın dilini yutmasına yol açan şey, bir bilgi kültüne katılım değil, hayranlık dolu bir büyülenmedir burada. Sihir olarak maruz kalınan gizemli sessizlik bir kopuş olarak yaşanır, böylece insan doğanın saf ve dilsiz diline geri döner; ama büyü gereğince sonunda sessizlik paramparça olmalı ve aşılmalıdır. Bu nedenle insan masalda dilsizleşirken hayvanlar doğanın saf dilinden çıkar ve konuşurlar.”[4] J.R.R. Tolkien, tarih efsaneye, efsane de mitlere dönüşür, sonrasında da onu hatırlayan kimse kalmaz, demiş bir yerde. Belki de hepimizin Babil kulesi çocukluğumuzun ilk yıllarındadır da konuşmayı öğrenmek bu kulenin yıkılması demektir. O yılları unutuşumuz, kendi efsanemizin tarih olmasındandır belki.

  1. Eski Ahit: Yaratılış 11:1-9

    Kuran: Bakara, 102.

  2. Agamben, Giorgio. Çocukluk ve Tarih . 1. Çeviren Betül Parlak. İstanbul: Pusula Yayıncılık, 2010.sf.63.

  3. A.g.e.61.

  4. A.g.e.74.

Start typing and press Enter to search

Skip to content