Sayı 24

KÜÇÜK DAL’ın MASALI

HAYALCİ MASALCI

Bir varmış bir yokmuş. Bu masalın olmazı çokmuş. Amma adı masal olduğu için olmaz olmaz deme olmaz olmazmış. Hayal ettiğiniz kadar masallar vardır. Siz ne kadar hayal ederseniz masal o kadar yaşanır hale gelir ve anlatılır. Var varanın sür sürenin dinleyeni çoktur masal evinin. Ben anlatayım siz dinleyin, sonra da siz anlatın sizden sonrakiler dinlesin. Böylece nesilden nesile masalı aktaralım, anlatalım, dinleyelim, dinlettirelim…

Çok eski zamanlarda olmayan dağın, olmayan dumanlı eteğinde olmayan bir köyde yaşayan bir çocuk varmış. Sarışın, uzun boylu, güzel gözlü, tatlı konuşan bir çocukmuş. Sarılığından dolayı herkes buna sarı oğlan dermiş. Ancak Sarı Oğlanın en kötü huyu biraz tembel olması imiş. Her gün sabah kalkan ailesi tarlasına bağına bahçesine gider ama bu bir türlü onlarla birlikte gitmez, hatta yaz günlerinde bir ağacın gölgeliğinde, kış günlerinde ocağın başında sırtını duvara ya da evin içinden geçen koca çınara verir, ayaklarını uzatır sürekli hayaller kurar ve bunları da sesli sesli anlatırmış.

Öyle hayalleri varmış ki dinleyen herkes “Galiba bu çocuğun aklından zoru var” dermiş. Annesi üzülürmüş oğlunun bu haline. Yavrum neden sende abilerin gibi, baban gibi bir işin ucundan tutmuyorsun, neden sende biraz faydalı olmuyorsun da böyle boş boş hayaller kuruyorsun. Hayal kurmakla kalmayıp kurduğun hayalleri bir de dillendiriyor, elalemi kendine güldürüyorsun diye dertlenirmiş.

Sarı oğlan “Gör bak annem, seni bu hayallerimle gül gibi yaşatacağım. Ben de bu hayallerimle zengin olacağım…”

Tabi zaman gelmiş, devran dönmüş, vakit ilerlemiş. Günler günleri, haftalar haftaları, aylar ayları, yıllar da yılları birbiri ardına kovalamış durmuş. Herkes gibi bizim Sarı Oğlanda büyümüş ve yetişkin bir delikanlı olmuş olmasına da yine de aklı bir karış havada, hayaller kurup dururmuş. Hiç eksiltmeden, hiç değişmeden hatta her gün biraz daha fazlalaştırarak kurduğu hayalleri köyün meydanında, çeşme başında, cami avlusunda, kimi görürse anlatır gezermiş. En çok da çocuklar bunun bu hayallerinden dinlemeyi çok severlermiş. Çünkü Sarı Oğlanın hayalleri masal tadında imiş.

Bir gün Sarı Oğlan’ın aklına talihini aramak gelmiş. Madem ben bu hayalleri masal gibi anlatıyorum, madem insanlar benim bu hayal masallarımı dinlemekten keyf alıyorlar o vakit bende benim kıymetimi bilen yerlere gider, talihimi, nasibi oralarda ararım. Diye düşünmüş kendi kendine. Ve karar vermiş yolculuğa çıkmaya. Talihini arayacak, nasibinin peşinden koşacakmış.

Nihayet o gün akşam yemeğinde fikrini tüm ailesine açıklamış. İlk itiraz eden de annesi olmuş. Tabi Ana yüreği dayanabilir mi evladından ayrı kalmaya. Hayır demiş ilkin, sonra ağlamış sızlamış ama bakmış ki oğlu kararlı nafile deyip susmuş. Babası sevinmiş hemen. Çünkü sofradan bir boğaz eksilecek ve hiçbir işe yarayamayan sarı oğlandan kurtulacakmış. Zaten oldum olası sevememiş bu oğlanı. Çünkü diğer oğulları gibi tarlada, bahçede, bağda kendisine yardım etmek yerine sırtüstü yatıp akşama kadar hayal kuran bir çocukmuş. O yüzden ses etmemiş. Kardeşlerinin ise hiç umurunda olmamış.

Ertesi sabah herkes uyurken kalkmış ve sadece annesiyle vedalaşıp yola çıkmış Sarı Oğlan. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş altı ay bir güz gitmiş. Dönüp arkasına bir bakmış ki ne görsün. Sadece bir arpa boyu yol gitmiş. Buna da şükür deyip yoruldum, şuracıkta anamın hazırladığı azığımı yiyeyim biraz nefesleneyim de sonra devam ederim deyip hemen bir kestane ağacının altına oturmuş.

Annesinin yola çıkmadan önce hazırladığı azık çıkınını açmış. İçinden kuru çökelek, ekmek ve soğandan oluşan basit, sade ama helal yemeğini çıkarmış. Hemen matarasından tasına biraz su dökmüş ve kuru ekmeği ıslatıp peynir ve soğanla yemek üzere hazırlık yaparken, bir de bakmışki, etrafına toplanan hayvanat merakla kendisini seyrediyor.

Gülümsemiş. Tavşanlar iki ayakları üzerine kalkmış hızlı hızlı ağızlarında bir şeyler varmış gibi çiğnedikleri ve devindirdikleri sevimli dudakları ile öylece sarı oğlana bakıyorlarmış. Az ilerde bir ala geyik de yavaş, tedirgin ama tedbirli bir halle, kestane ağacının iri kalın dalından aşağıya doğru tepe üstü sarkan kocaman bir yılan ara sıra dilini dışarı çıkarıp tıslayarak sarı oğlanı seyrediyorlarmuş. Sonra diğer hayvanlar…

Sarı oğlan yine gülümsemiş ve başlamış tavşanlarla, geyikle ve yılanla konuşmaya. “Sizler ne güzelsiniz böyle. Kusura bakmayın belki yerinizde yurdunuzda sizi rahatsız ettim ama ne yapayım yoruldum otura kaldım şuracığa. Benimi seyrediyorsunuz. E canım ben şimdi karnımı doyurucam, biri yer biri bakar kıyamet ondan kopar. Hadi aç olan buyursun benimle yemeğime ortak olsun” demiş. Geyikle tavşanlar yerlerinden kıpırdamamışlar ama yılan tıslayarak yanına kadar sokulmuş. Sarı oğlan da birazcık kuru peyniri hafice ıslattığı ekmeğin arasına koyarak yılanın önüne koymuş.

Kocaman yılan o lokmayı bir çırpıda yutmuş. Sarı oğlan “ohooo yılan kardeş sen hayli açsın sanırım” diyerek bir lokma kendisine, bir lokma yılana derken ekmeği bitirmişler. Peynir de bitmiş, sadece soğan kalmış. Sarı oğlan kırdığı soğanın kabuklarını ayırmış ve kalan kısmını da geyiğin önüne doğru atmış.

Geyikte soğanı bir çırpıda yemiş bitirmiş. Sarı Oğlan çıkınını toplarken “Çok şükür bugünde karnımız doydu, yarına Allah kerim” diye dua etmiş.

Bu sırada yılan dile geliş ve “Ey insanoğlu sen ne iyi yürekli birisin. Bugüne kadar bir çok kimse burada konakladı ama hiç kimse azığını bizimle paylaşmadı. Senin yaptığın bu iyiliğin altında kalmayız. Bak sana kimsenin bilmediği bir sır söyleyeyim. Şu ormanda, ormanın en büyük ve iri ağacının dibinde büyük bir taş vardır. O taşın altında seni ömrünün sonuna kadar rahat rahat yaşatacak kadar altın vardır. Al o senin olun. Yaptığın iyiliğe karşı sana hediyemiz olsun. Yarın padişahın damadı olunca bu hazine sana lazım olacak” demiş. Sarıoğlan gülmüş ve “Yılan kardeş padişahın damadı oluncamı dedin yanlış duymadım değilmi?” diye sorunca yılan “A Sarı oğlan ne gülersin. Var varanın sür sürenin devran döndürenin merak etme Kaadiri Mutlak olan Allah elbet bir gün seni de bir padişaha damat eder” diyerek sürünüp gitmiş. O çekilince diğer hayvanlarda çekilip gitmişler. Sarı oğlan üstünde durmamış bu olayın. Aslında durulacak da pek bir şey yokmuş hani.

Biraz daha dinlendikten sonra başlamış yürümeye. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Altı ay bir güz gitmiş. Bir de dönüp arkasına bakmış kı ne görsün. Yine bir arpacık boyu yol gitmiş.

Gele gele bir şehre gelmiş ki Aman Allahım öyle muhteşem, öyle görkemli ve öyle güzelmiş ki şehrin kapısı Sarı Oğlan uzun uzun bu kapıya bakmaktan kendisini alamamış.

Şehre girmiş ama ortalıkta kimsecikler yokmuş. Sokaklar bomboş, dükkanların kapıları açık ve herkes sanki ölmüş de şehir terkedilmiş gibi bir manzara varmış. Nihayet sokakları gezerken bir ihtiyara rastlamış. İhtiyar yavaş yavaş yürüyerek bir yere gidiyormuş. Selam vermiş ve şehrin diğer insanlarının nerede olduğunu sormuş. İhtiyar gülerek demişki senin haberin yok galiba padişahımızın küçük kızı gülmez sultanı güldürmeye gittiler.

Sarı Oğlan iyice meraklanmış. “Hayırdır dede, bu gülmez sultan da neyin nesi?” diye sorunca İhtiyar anlatmış.

“Oğlum padişahımızın üç kızı var. Bunlardan biri de gülmez sultan.19 yaşına geldi ve bugüne kadar hiç gülmedi. Yüzünde bir tek çizgi bile değişmedi. Diğer ikisinin hayat pek umurunda değil ama bu gülmez sultan masal dinlemeyi, hayal kurmayı çok sever o yüzden pek yüzü gülmez. İşte padişahımız en iyi hikayeyi anlatan ve gülmez sultanı anlatacağı hikaye ile bir kez güldüren ve sevindiren kim olursa ona kızını verecek ve kendi yerine de varis bırakarak tahtı damadına terkedecek. Böyle bir vaadi duyan herkeste yalan yanlış hikayelerle gülmez sultanı güldürüp güya devletin başına padişah olmak hayaliyle sarayın önündeki meydanda toplandı.”

Bizim Sarı oğlanın bu durum çok hoşuna gitmiş. Sarayın yolunun tarifini almış ve yürüyüp sarayın önünde toplanmış olan kalabalığın bulunduğu yere gelmiş.

Bakmış ki sarayın balkonuna gülmez sultan oturmuş, yanında padişah babası ve hikayesi olan gelip anlatıp geçiyor. Ama gülmez sultanda en küçük bir tepki yok karar vermiş birde ben deneyeyim diye ve sokulmuş görevlilerin yanına. Demişki “Ben Sarı Oğlan birde ben masal anlatayım sultanımıza dinler mi acep”

Padişahın kapıcıbaşısı hemen haberi ulaştırmış padişaha ve Sarı oğlanı apar topar almışlar götürmüşler huzura. Padişah “Anlat bakalım Sarı Oğlan masalını dinliyoruz” demiş. Ve sarı oğlan anlatmaya başlamış.

Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir padişahın iki kızı varmış. Büyük kızın adı Yaprak, küçük kızın adı da Fidanmış.

Yaprak’la Fidan henüz pek küçük yaşta iken anneleri hastalanarak ölüvermiş.

Padişah, “çocuklarım anne yokluğu duymasınlar” diye, çok geçmeden bir kadınla evlenmiş. Üvey anneleri, Yaprak’la Fidan’a, kendi öz çocukları gibi bakar, onları sever, okşarmış.

Her iki çocuk da, gittikçe büyümüşler. Fidan yedi, Yaprak da sekiz yaşına gelmiş. Ama, gelgelelim, her iki çocuk da çirkinmiş. Sadece yüzleri çirkin olsa neyse… Doğrusu, ahlakları da pek iyi değilmiş.

Üvey anneleri de, babaları da kendilerini pek çok sevdikleri, çocuklarının her isteğini hemencecik yerine getirdikleri halde, onlar, hiç söz dinlemezlermiş. Yemek yemezler, vakti gelince yatmazlar, çağırıldığı zaman gelmezler, hatta birbirleriyle sık sık kavga ederlermiş…

Bir gün padişahın bir kızı daha olmuş. Sarayın içini bir sevinçtir kaplamış. Ama, Yaprak ile Fidan, bu işe de sevinmemişler. Suratlarını asmışlar; ortalarda görünmez olmuşlar.

Yıllar elele verdikçe, Dal da büyümüş. Güzel yüzünden başka ahlakı da güzel olan Dal’ı herkes seviyor, hele onun terbiyesine, iyi kalpliliğine bütün saraydakiler hayran kalıyormuş.

Padişah da, sultan anneleri de, çocuklarının üçüne eşit muamele yapıyorlar; birine bir şey alsalar, ötekilere de aynı şeyi getiriyorlarmış. Fakat, Yaprak’la Fidan, bu işe hiç de memnun olmuyorlarmış.

Günlerden bir gün, padişah, Hint Padişahının kızının düğününe çağırılmış. Hemen hazırlık yapılmış. Padişah, yola çıkacağı gün, çocuklarını yanına çağırarak:

Söyleyin bakalım yavrularım, demiş, size Hindistan’dan neler getireyim?

Yaprak:

Bana bir top Hint kumaşı getirin babacığım, demiş.

Fidan:

Ben de babacığım, demiş, sizden altın bilezik istiyorum.

Sıra küçük Dal’a gelmiş. O demiş ki:

Babacığım, siz neyi uygun görürseniz, onu getiriniz!

Padişah:

Olur mu hiç kızım, demiş, ablaların gibi sen de bir şey iste. Söyle bakayım, ne alayım sana?

Bunun üzerine, Dal, şöyle demiş:

Babacığım, mademki bana da bir şey almayı arzu ediyorsunuz, o halde sizden bir gümüş tas rica ediyorum. Armağanınıza da şimdiden teşekkür ederim.

Yaprak’la Fidan, Dal’ın yaptığı gibi babalarına teşekkür etmeyi düşünemedikleri için utanmışlar. Bu işi bizden önce akıl etti diye de, Dal’ı fena halde kıskanmışlar.

Neyse… Padişah atına binmiş, askerleriyle birlikte yola çıkmış. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz, gece gündüz, altı ay bir güz gitmiş. Bir deniz kenarına varmışlar. Hint Padişahının orada bekleyen yelkenli gemisine binerek yollarına devam etmişler.

Dalgalardan sarsıla sarsıla, deniz üzerinde haftalarca yol aldıktan sonra, Hindistan’a varmışlar.

Kırk gün, kırk gece düğün yapılmış. Hint Padişahının kızı evlenmiş. Misafir gelen Yaprak, Fidan ve Dalın babası Padişah da, büyük kızı Yaprak’a bir top kumaş, ortanca kızı Fidan’a bir altın bilezik almış, küçük kızına gümüş tas almayı unutarak gemiye binmiş, memleketine doğru yola koyulmuş…

O gece, padişah, rüyasında, geminin büyük bir fırtınaya yakalandığını görmüş. Gemi bir sallanmış, bir sallanmış… Sonra büyük bir balık denizden başını çıkararak, padişaha seslenmiş :

“Padişah!…Padişah!. Büyük kızınla ortanca kızına istediklerini aldın da, küçük kızınla ortanca kızına istediklerini aldın da, küçük kızına neden bir şey götürmüyorsun?”

Padişah, balığa karşılık vermek istiyor, fakat korkudan dili tutulduğu için, ağzından bir tek kelime bile çıkmıyormuş. Balık, şöyle diyormuş :

“Küçük kızına eli boş mu gideceksin? Hem o senin terbiyeli çocuğun… Götüreceğin armağan için sana önceden teşekkür eden de o değil miydi? Gemiyi çabuk geri döndür, yoksa batırırım!”

Balık, sözünü bitirir bitirmez, gürültü ile suya dalmış. Koca dalgalar gemiyi sallamışlar. Balık sonra tekrar ortaya çıkarak gemiye birkaç defa kuyruk vurmuş; sulara gömülüp kaybolmuş. Padişah da, büyük bir korku içinde yatağından fırlamış.

Hemen kaptana haber yollayarak gemiyi geriye döndürmüş. Hindistan’dan güzel bir gümüş tas aldıktan sonra, tekrar yola koyulmuşlar.

Az gitmişler, uz gitmişler, dalgalarla, fırtınalarla boğuşa boğuşa, günlerce yol aldıktan sonra, karaya ulaşmışlar. Padişah, atına binmiş, askerleriyle birlikte, gece gündüz demeden dağ, tepe yorulmadan yol almış, memleketine ulaşmış.

Çocuklar, babalarını dört gözle bekliyorlarmış. Padişah, atıyla sarayın bahçesine girdiği zaman, önce küçük Dal, koşarak gelmiş, babasının elini öpmüş, ona “hoşgeldiniz” demiş. Arkadan da Yaprak’la Fidan görünmüşler. Hem koşuyorlar, hem de :

Hani benim kumaşım, hani benim bileziğim?! diye bağırıyorlarmış…

Padişah, her üç kızının armağanını da kendilerine vermiş. Büyük kız, hemen sarayın terzisine koşarak, Hint kumaşından kendisine güzel bir elbise yaptırmış, arkasına giymiş. Ortanca kız da altın bileziğini koluna takarak Dal’a göstere göstere gezmeye başlamış.

Küçük Dal, önce büyük ablası Yaprak’a :

Ablacığım, elbiseniz çok güzel olmuş, demiş, güle güle giyiniz!

Sonra da, küçük ablası Fidan’a söyle demiş :

Abla senin de bileziğin koluna pek yakıştı.

Güle, güle sağlıcakla kullan!

Ama, onlar, Dal’a :

Sen de gümüş tasını güle güle kullan! dememişler. Çünkü, kendi armağanlarından daha değersiz olduğu halde, onun gümüş tasına pek kıskanıyorlarmış.

Küçük dal, her gün tasını eline alır, sarayın koruluğundaki göl kenarına giderek orada oynarmış. Ablaları da, onun arkasından giderler, güneş altında parıldayan gümüş tasın göle düşerek kaybolmasını beklerlermiş.

Bir gün, gümüş tas, nasılsa Dal’ın elinden kurtularak suya düşmüş, derinlere inerek kaybolmuş. Dal da, tası yakalayayım derken suya yuvarlanmaz mı? Tası tutamamış, kendisini de kurtaramamış, suların içine gömülmüş.

Yaprak’la Fidan, hiçbir şey olmamış gibi saraya dönerlerken, Dal’ın suya gömüldüğü yerden küçük dalgalar meydana gelmiş. Bu dalgacıklar, kıyıya vurmaya başlamış. Birkaç küçük dalga kıyıya vurduğu sırada, oracıkta, birdenbire bir kavak ağacı meydana gelivermiş.

Dal ortadan kaybolunca Padişah da, Dal’ın annesi de son derece üzülmüşler… Yaprak’la Fidan, Dal’ın gölde boğulduğunu korkudan söyleyemiyorlarmış. O yüzden, padişah da kızının ne olduğunu bir türlü anlayamamış. İhtiyar halinde, durmadan gözyaşları döküyor, yemeden, içmeden günlerini hep üzüntü içinde geçiriyormuş.

Onlar böyle üzüledursunlar… Sarayın çobanı, bir gün korulukta otlatırken gelip göl kenarındaki o kavak ağacının altına oturmuş. Ağaçtan kestiği bir dalı kendisine güzel bir kaval yapmış, ağzına getirip öttürmeye başlamış.

Fakat, o da ne?! Bu, öteki kavallara hiç de benzemiyor… Çok güzel ötüyor, sesi pek uzaklara kadar gidiyor, hem de âdeta insan gibi konuşuyormuş…

Çoban, kavalı bir daha, bir daha üflemiş. Kaval, şöyle ses çıkarıyormuş :

Düttürü düüüüt… Ben küçük Dal’ım!.. Düttürü düüüüt. Ben küçük Dal’ım!.

Çoban :

Allah Allah, diyormuş, bu nasıl şey böyle? Elbet de dal bu… Biraz önce kavaktan kopardım ya… Dal tabii… Yaprak değil ya… Halbuki, o kavak, padişahın küçük kızı Dal’mış. Gümüş tas sihirli olduğu için, onu göle düşünce boğulmaktan kurtarmış, kıyıda kavak ağacı şekline sokuvermiş.

Çoban, bu tuhaf sesler çıkaran kavalını öttüre öttüre dolaşırken, sıkıntısını atabilmek, içini biraz olsun ferahlatabilmek için korulukta gezinen padişaha rastlamış. Kavalın çıkardığı sesler, padişahın da dikkatini çekmiş. Çobanı yanına çağırarak kavalı elinden almış, öttürmüş.

Kaval :

Düttürü düüüt… Ben küçük Dal’ım!. Düttürü düüüt… Ben küçük Dal’ım! diye seslenince, birdenbire, kaybolan sevgili küçük kızı Dal’ın ince sesini tanımış. O anda, heyecandan ve sevincinden kaval elinden düşmüş. Düşer düşmez de iki parça olmuş, küçük kızı Dal karşısına çıkıvermiş…

Bu bir anda olanlar karşısında, padişah önce ne yapacağını şaşırmış. Sonra küçük kızına sarılmış, sevinç gözyaşları içinde onu doya doya öpmüş. Kaval parçalarını eline alan padişah, kızı ile birlikte sarayın yolunu tutmuş. Yaprak’la Fidan oralarda imişler. Babalarının yanında Dal’ın görünce, şaşkına dönmüşler. Sonra Dal’a soğuk bir şekilde sarılmışlar, onu yalancıktan öpmüşler.

Birlikte içeriye girmişler, sultan anne de kızına yeniden kavuşunca dünyalar kadar sevinmiş, onu kucaklamış.

Hep birlikte oturmuşlar. Babası ile annesinin isteği üzerine, Dal, başından geçenleri olduğu gibi anlatmış. O zaman padişah da, sultan anne de, Yaprak’la Fidan’ın kıskançlık yüzünden kardeşlerini kurtarmadıklarını anlamışlar. Padişah :

Yaptığınızı beğendiniz mi?! Neden kardeşinizi kurtarmaya çalışmadınız? Diye sormuş.

Yaprakla, Fidan korktuklarını ve bu yüzden haber vermediklerini söylemişler ama kıskançlıklarından yaptıklarını padişah babalarıda, sultan anneleride anlamış.

Padişah babası küçük kızı Dal’a dönmüş ve demişki “Cezalarını sen ver, ne istiyorsan o olsun” Dal gülümsemiş ve “Ben ablalarımı çok seviyorum babacığım müsaade edersen onlara sarılıp affettiğimi söylemek istiyorum.” Demiş.

Bu durum karşısında Yaprak’ta Fidan’da çok utanmışlar ve yüzleri kıpkırmızı olmuş. Sonra Dal her iki ablasına da büyük bir sevgi ve sevinçle sarılıp “Canım ablalarım ben sizi çok seviyorum, sizler benim güzel ablalarımsınız” deyince ablaları daha çok utanmışlar, üzülmüşler ve içlerindeki kin, nefret duyguları birden bire sönüvermiş. Onlarda küçük kardeşleri Dal’a büyük bir sevgiyle sarılmışlar. Ondan sonra mutlu ve mes’ut yaşayıp gitmişler. Bu masalda burada bitmiş.

Gülmez Sultan büyük bir merakla masalı dinlemiş ve masal biter bitmez ellerini birbirine vurarak gülmeye ve ne güzel sevgi, ne güzel kardeşlik diye sevincini dile getirmiş aniden. Babası ve etrafındakiler Gülmez Sultanın bu tepkisini ve kahkahalarını duyunca çok sevinmişler.

Padişah hemen emirler vermiş, Sarı Oğlanı sarayda ağırlamışlar ve verdiği söz üzerine gülmez sultanla Sarı Oğlan evlenmişler. Kırk gün Kırk gece düğünler yapılmış, yemekler yenmiş. Bu arada Sarı oğlanın adı Sarı Şehzade olmuş. Hemen padişahın adamları köyüne gitmişler babasını annesini kardeşlerini alıp gelmişler ve Sarı Şehzade Annesinin ellerinden öperek “Demedimmi anneciğim seni bu masallarla saraylarda yaşatacağım diye bak işte ben Padişah babamım damadı, sende dünürü oldun. Babam ve Kardeşlerimde saraya geldiler. Bundan sonra hep birlikte mutlu ve mesut yaşayıp gideceğiz.” Demiş.

Bu masalda burada bitmiş. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.

Gökten üç elma düşmüş, biri dinleyene, diğeri anlatana, üçüncü elma da bu masalı yazana olsun.

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu