
Not: Hint ülkesi yerine reel dünyada karşılığı olmayan bir ülke ismi bulunmalı.
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde Develer tellal iken pireler berber iken. Ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken.
Vakti zamanında köyün birinde bir ihtiyar kadıncağız yaşarmış. Kocası ölen bu kadın çok geç yaşta sahibi olduğu ve Tezgeldi ismini koydukları oğlu ile yaşar gidermiş. İhtiyar kadın bir gün oğlunu karşısına almış ve “Oğlum, artık ben bir işe yaramıyorum. Hiç olmazsa sen git kendini kurtar. Bir iş bul. Beni de burada bırak. Vaktim saatim dolduğunda nasıl olsa ben de babanın yanına giderim” demiş. Tezgeldi “Aman anam, o nasıl söz. Seni nasıl bırakırım? Hem sen yaşayacaksın. Gör bak, ben seni saraylarda yaşatacağım” demiş. Anası buna gülmüş.
Ertesi gün Tezgeldi komşularla konuşup anasını onlara emanet etmiş ve yola çıkmış. (konuşmalarında “seni nasıl bırakırım” diyordu?) Niyeti talihini, kısmetini gurbet elde aramak, başarabilirse zengin olmak ve gelip anasını rahat içinde yaşatmakmış.
Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, altı ay bir güz gitmiş. Nihayet bir ormanın içinden geçtikten sonra bakmış ki, karşısında kocaman bir kapı duruyor. Üstelik kapı ardına kadar açık. Hemen içeri girmiş. O da ne? Kocaman bir kazan ateşin üzerinde kaynayıp duruyor.
Kenarda duran bahçe küreği gibi kepçeyi almış ve kazanın yanında devasa masanın üzerine çıkıp içini karıştırmış. Kazanın içinde haşlanmış etlerin olduğunu görmüş. Hemen ekmek dolabından biraz ekmek almış, koca kepçeyle kazandan bir parça et almış ve bir güzel karnını doyurmuş. (izinsiz şekilde evlerine giriyor, onları dinliyor vs. ana karakterin bu tarz davranışlarda bulunmaması gerekir.)
Sonra evi gezmiş. Zaten minare yüksekliğinde tavanıyla ev tek bir odaymış. Az sonra yorulmuş ve uykusu gelmiş. Ekmek dolabının içine girmiş, bir köşeye saklanmış ve tam uyuyacağı sırada homur sesler duymuş. Bakmış ki evin sahipleri geliyor. Dolabın kapağındaki bir delikten evin içini seyretmeye başlamış.
Meğer bu ev üç dev kardeşin eviymiş. Devler gelmişler, ateşin üzerinde kaynayan kazanı indirmişler, bir güzel karınlarını doyurmuşlar. Sonra da her biri bir kenara çekilmiş ve sohbet etmeye başlamışlar.
Büyük dev demiş ki “ben bugün çok garip bir şey öğrendim. Bizim evin arkasındaki büyük çınar ağacının altında bir fare yaşıyormuş. Eğer bir insanoğlu o fareyi ceketiyle yakalayıp bir kafese koyar, kafesi de ağacın dalına asarsa ağacın içinden altınlar etrafa dökülecekmiş. Ama dev olduğumuz için biz yapamazmışız bunu.”
Ortanca dev hemen söze girmiş, “ben de demiş bugün çok garip bir şey öğrendim. Uzaktan uzağa gördüğümüz ala dağın eteğindeki değirmen taşının içi altın doluymuş. Bu taşı sadece değirmencinin kendisi kırarsa altınlar ortaya dökülürmüş, başkası kararsa altınlar yok olurmuş. Ne yazık ki biz ne oraya gidebiliriz, ne de altınları alabiliriz.”
En küçük dev kardeş demiş ki: “Ben de garip bir şey öğrendim. Duymuşsunuzdur, Hint padişahının hanımının gözleri senelerdir görmüyor. Birçok hekime göstermişler ama nafile. Aslında çaresi çok basitmiş. Bahçelerinde bulunan ayva ağacının yaprağını kaynatıp suyunu gözlerine sürerlerse gözleri açılırmış. Ama maalesef biz gidip yapamayız. Sonra bizi tutsak ederler.”
Sohbet böyle uzayıp gitmiş. Saat iyice ilerlemiş. Nihayet dev kardeşler horul horul uyumaya başlayınca bizim Tezgeldi hemen saklandığı yerden çıkmış ve koşarak evden çıkmış. Hemen evin arkasına geçmiş. Büyük devin anlattığı büyük çınar ağacı şimdi tam karşısında duruyormuş. Hemen ağacın altında fareyi aramaya arayıp bulmuş, ceketini üstüne atıp yakalamış. Sonra da bir kafes yapıp içine fareyi koymuş ve ağacın dalına asmış. Asar asmaz ağacın gövdesi ikiye ayrılmış. İçinden binlerce altın etrafa saçılmış.
Tezgeldi bir bakmış ki, taşıyamayacağı kadar altın karşısında duruyor. İçlerinden on tanesini almış yanına. Kalanlarını ise bir araya toplayıp derin bir çukur kazmış, “sonra gelir alırım” diye o çukura gömmüş. Sonra düşmüş yollara.
Uzun bir yürüyüşün ardından nihayet ortanca devin bahsettiği değirmene gelmiş. Değirmeni işleten ihtiyar değirmenciyi bir köşede uyuklarken bulmuş. Selam vermiş ve “değirmenci dayı, hayırdır, ne diye uyuyorsun” diye seslenip uyandırmış. İhtiyar değirmenci “Hem iş yok evlat, hem de yorgunum. Ama seni bana Allah gönderdi. Sen tanrı misafirisin. Bizde misafir çok değerlidir” Demiş ve önüne bir miktar yoğurtla biraz ekmek koymuş. “Kusura bakma oğul, başkaca bir şeyim yok. Olsaydı seni daha iyi bir şekilde ağırlamak isterdim” demiş.
Tezgeldi gülümsemiş ve bu iyi yürekli ihtiyarın değirmende gizli bütün altınları hak ettiğini düşünmüş. Sonra da “Değirmenci dayı, aslında sen zengin bir adamsın. Biliyor musun şu değirmen taşını kırarsan içinde seni ömrünün sonuna kadar bolluk içinde yaşatacak miktarda altın bulursun.”
Değirmenci gülmüş. “Evlat, misafirsin. Yemeğini ye ve yoluna git. Ben o taşı kırdığım zaman ekmeksiz kalırım. O taş benim en önemli sermayem. Hiç kırar mıyım?”
Tezgeldi hemen cebinden on altını çıkararak “al o zaman bunları. Eğer o taşın içinden altın çıkmazsa bunlarla yenisinden en az on tane alabilirsin” demiş. Değirmenci bakmış ki Tezgeldi ciddi. Hemen eline köşede duran baltayı almış ve taşa hızlıca vurmuş. Taş ikiye bölünmüş. İçinden yine binlerce altın etrafa saçılmış. Değirmenci hemen altınları toplayıp çuvallara doldurmuş. Bir çuvalını da Tezgeldi’nin önüne koymuş. “Al evlat, bu da senin hakkın” demiş. Tezgeldi gülümsemiş ve demiş ki “Senin gibi iyi yürekli ve misafirperver bir ihtiyar bundan sonra rahat rahat yaşamayı hak ediyor. Bu altının hepsi senin. Benim bana yetecek kadar altınım var. Olmaz ama, lazım olursa gelir, senden alırım” diyerek ihtiyar değirmenciyi ikna etmiş ve vedalaşarak ayrılmış.
Sonra gelmiş limana ve bir gemiye binmiş, kaptanın yardımıyla Hint ülkesine kadar gitmiş. Şehirde gezerken hakikaten de Hint padişahının karısının gözlerinin kör olduğunu ve hiçbir hekimin çare bulamadığını öğrenmiş. Hemen güzel bir giysi almış, güzelce giyinmiş ve bir doktor kılığında Hint padişahının sarayına gitmiş. Kapıdaki muhafızlara “Ben sultan hanımın görmeyen gözlerini iyi etmeye geldim.” Demiş. Muhafızlar daha önce hiç görmedikleri bu yabancıya şüpheyle bakmışlar. Kendi aralarında ne yapacaklarını konuşmaya başlamışlar. Tezgeldi bu sırada sarayın bahçesinde gerçekten bir ayva ağacı olduğunu görmüş ve küçük devin anlattığı hikayeden iyice emin olmuş. Ne yapacaklarına nihayet karar veren muhafızlar Tezgeldi’nin Hint padişahının huzuruna girmesine izin vermişler.
Tezgeldi, Hint Padişahının karşısına çıktığında onu biraz üzgün ve sinirli bulmuş. Padişah Tezgeldi’ye çıkışmış. “bana bak, bugüne kadar hanımımın gözlerini yüzlerce hekim tedavi etmeye çalıştı ama hiçbiri başaramadı. Eğer başaramazsan seni zindana attırırım, haberin olsun.” Tezgeldi kendisinden emin bir şekilde gerekeni yapacağını söylemiş ve sarayın bahçesine çıkmış. Oradaki ayva ağacının yapraklarından toplamış ve bir güzel kaynatmış, suyundan merhem yapmış ve Hind padişahının hanımının gözlerine sürüvermiş. Merhemi sürer sürmez gözleri açılan hanım sultan sevinçle kocasına sarılmış. “Artık her şeyi görebiliyorum” diye mutluluktan ağlamaya başlamış.
Bu duruma çok sevinen Hint padişahı Tezgeldi’ye birçok hediyeler vermiş.
Tezgeldi bu hediyeleri bir gemiye yükleyerek ülkesine geri dönmüş. Kendi köyüne kadar kervanlarla gelmiş. Tabii bu arada devlerden öğrendiği ve çınar ağacının altına gömdüğü altınlarını da yanına almış. Köyüne çok güzel bir konak yaptırmış ve hayatının sonuna kadar annesiyle birlikte mutlu mesut yaşamış.