Sayı 28

Söz Masalı

Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde. Var var iken var imiş, herkes varın varlığında etrafına toplanır, yok yok iken sır imiş herkes yokluktan kaçar. Var varanın sür sürenin hayırlı kuşu çoktur viranenin. Virane deyip geçmeyin. Harabar ehlini hor görmeyin, defineye malik viranelerin yanından burun kıvırıp geçmeyin, sonra burnunuz kötü kokulara alışırda bir daha iyiliği ve güzelliği görmesine rağmen gözleriniz, kemliğin ve nefretin kokusunu alır burnunuz. Neyse efendim uzatmayalım sözü, soğutmayalım kötü, küstürmeyelim sizi başlayalım masalımıza.

Vakti zamanında çok çok uzak diyarlarda diye başlar masallar. Ama biz bugün masalımızı çok yakınımızda İstanbul şehrinde duyduk öğrendik, buradan anlatmaya niyetlendik. Sevgili ve kıymetli dinleyenler. Şehr-i İstanbul’da zengin mi zengin, kudretli mi kudretli, gözü pek, bileği kuvvetli bir ağa yaşarmış. Yanında onlarca hatta yüzlerce çalışanı varmış. Her biri ayrı işler yapar, her birinin marifeti başka başka imiş. Bu ağa aslında çok cömert ve iyilik sever biriymiş. Etrafındakilere hep iyi davranır ve onların sıkıntıları ile hemhal olur, onları sürekli kollar, gözetir ve yardım edermiş. Ancak etrafında bazı sorumluluk verdiği kişiler, yardımcıları, bugünkü tabirle müdürleri, yöneticileri onun gibi düşünmez, güya onun adına kararlar verirler ve kendi kafalarına göre, kendi görüşlerine, düşüncelerine ya da işlerine ters düşen, onların istediği gibi olmayanları yanlarından uzaklaştırır, hak hukuk gözetmeden çalıştıkları yerden atıverirlermiş.

Bu ağanın çiftliğinde üretilen ballar dünyanın en güzel ballarıymış. Herkes o baldan tadmak ister ve her mevsim mutlaka bulabildikleri bu baldan temin etmek için kimi zaman bir servet ödemeye bile razı olurlarmış. Bir sürü arı kovanı varmış. Bu kovanlarda binlerce arısı varmış ve her biri altın değerinde arılarmış. Çok çalışırlar, çeşitli çiçeklerden polen toplar ve envai çeşit kokulu, renkli ve lezzetli bal yaparlarmış.

Bu kovanların ve arıların bir de sorumlusu varmış ki, yıllardar dedesinden, babasından gelen öğreti şekilleriyle arıcılığı ve kovan bakımını, arıların huyunu suyunu çok iyi bilir, ne vakit ne yapacağını, kovanlara nasıl bakacağını, arılarla nasıl dost olunacağını pek güzel bilir ve onlarla konuşarak en güzel ve en çok verimi elde etmek için adeta sesiyle, konuşmasıyla, davranışlarıyla ve sevgisiyle arıları teşvik edermiş.

Her gün sıra sıra kovanların bulunduğu yamaca gelir, öyle özel arı elbisesi filan giymez, yüzünü gözünü korumaya almadan yavaşça kovanlara yaklaşır, önce onlara seslenir, hayırlı sabahlar, güzel günler, bereketli çalışmalar arıcıklarım nasılsınız bakalım bugün, yine çok çalıştınız, yine çok vızıldadınız ve bal yapıyorsunuz. Afferim benim çalışkan arkadaşlarım. Sizi çok seviyorum” diye onlarla konuşarak işe başlarmış.

Sanki arılar da onun bu söylediklerini anlar, ona vızıltıları ile cevap verirlermiş. Kovanları kontrol etmek için bu kovan sorumlusu tütsüyü çok az sıkar adeta işaret verirmiş. Size zarar vermeyeceğim, sadece petekleri kontrol edeceğim dercesine. Arılar hemen kenarlara çekilir, onun üzerine konar yüzünde ellerinin üstünde boynunda gezinir sanki ona dokunarak selam verirler ve onun işini bitirmesini sabırla beklerlermiş.

Kovanların sorumlusu işini bitirince Hadi bakalım şimdi yerlerine geçebilirsiniz der öylece durur, arılarda bunu sanki anlamış gibi hemen kendi kovanlarına doğru havalanır veçekilir giderlermiş. Ne bir tanesi kovan sorumlusunu sokar, incitir, ne de kovan sorumlusu bir tek arının kanadını incitecek sert ve ani hareket yaparmış

Herkes kovan sorumlusunun bu durumunu bildikleri için ona arı babası adını takmışlarmış. Kimi zaman İstanbul şehrine iner, hemşehrilerinin bulunduğu kahvehaneye gider ve orada bir bardak çay, bir fincan kahve içermiş. Orada onu tanıyan kim görse “ooo hoş geldin arı babası, ballarını büyük bir merak ve heyecanla bekliyoruz. Bak bize ayırmayı unutma” diye tenbih ederler, hoş sohbet ederlermiş.

Arı babasının çalıştığı çiftliğin sahibi olan ağa da bunu çok sever ve her seferinde takdirlerini sunar, ona olan sevgisini dile getirirmiş. Günler böyle akıp giderken bir gün ağanın kahyalarından birisi arı babasını huzuruna çağırmış. Aslında hiç kimse arıbabasının işine karışmazmış. Çünkü bilirlermiş ki o kendisine verilen işi en iyi şekilde yapar ve mutlaka ağanın kesesine yaptığı işle kazanç sağlarmış. Kimsede ona ilişmez, hatta biraz da çekinirlermiş. Ağanın adamı olduğunu zannederler, aman onun arkrasında ağa var, kimse ona dokunmasın diye kendi kendilerine söylenir, fısıldaşır, zaman zaman da dedikodu yaparlarmış.

Kahyanın huzuruna çıkmış arı babası. Buyur demiş, beni çağırmışsın. Hizmetimizde bir eksiklikmi gördün, bunca yıldır yanımıza uğramaz, halimizi hatırımızı sormaz, yaptığımız ballardan canın istediği kadar yersin amma bir kere teşekkür ettiğini duymadık. Şimdi beni çağırman biraz garibime gitti doğrusu demiş arı babası.

Kahya asık bir suratla “Bak arıcı, sen iyi bir arkadaşsın. Hem ağamız seni seviyor ama sen bizi yarı yolda bıraktın. Bu yüzden artık bu çiftlikte çalışamazsın. Seninle yollarınız ayrılıyor. Pılını pırtını topla en kısa zamanda çiftlikten uzaklaş.”

Arı babası ilk anda çok üzülmüş ama kendi kendine düşünmüş. “Yahu babamın dedesi, babamın babası, babam bu çiftlikte arıcılık yaptılar. Ağanın kovanlarından onlar sorumluydu. Nihayet ben de bu işi yapıyorum ki şimdiye kadar ağamdan herhangi bir şey duymadım. Öyleyse ben bu işi ağama bir söyleyeyim” diye düşünmüş ve hiç cevap vermeden kahyanın yanından ayrılmış.

Doğruca ağanın yanına gitmiş. Ağanın has adamı kapıda onu görünce gözleri parlamış ve çok sevdiği bir dostunu görmenin huzuru ile sarılmış. “Hoş geldin arıcı, ne iyi ettin de geldin.” Demiş. Hemen çay ikram etmiş. Ama arıcının çay içecek hali olmadığı için “Hemen ağayı görmem lazım” diyerek geliş sebebini anlatmış.

Ağaya haber vermişler ve yanına girmiş. Kemerbestei edeb ile ağanın karşısında durmuş. Ağa güler yüzle kendisine bunca yıl sadakatle hizmet etmiş olan arıcısını karşısında görünce “Gel bakalım arı babası gel, özlettin kendini. Ne var ne yok?” diye sormuş. “Arıcıklarımız nasıl? Memnunlarmı hayatlardından. Gerçi senin dostluğunu, yakınlığını, bakımını biliriz. Yaptıkları ballardan belli zaten” diyerek onu taltif etmiş, övmüş. Arı babası gelmiş ağanın gösterdiği mindere oturmuş. “Bir derdim var ağam demiş, seninle paylaşmaya ne dersen onu yapmaya geldim.”

Ağa merak etmiş. “Hele bize kahve verin bakalım” diye seslenmiş kapıdaki hizmetlilerine. Kahveler gelirken de “Anlat bakalım derdini ne imiş.” Diye soruvermiş. Arı babası kahya ile yaptıkları konuşmayı, kahyanın söylediklerini aktarmış ve “Bizi yarı yolda bıraktın dedi ağam. Anlamadım ben bunu. Ne ettimde yarı yolda bıraktım.”

Ağa büyük bir öfke ile başını yere eğmiş ve “Bunlar iyice şımardılar Arı babası. Ne yaptıklarını ben de bilmiyorum. Şimdi ona bir şey söylesem sıkıntı daha da büyüyecek. Dur ben seni başka bir kahyaya göndereyim. O sana yardım etsin sen inşallah onun yanına hele bir git bakalım.” Demiş.

Arı babası ağanın yanına gitmesini söylediği kahyanın ismini duyunca kalbinde bir sızı hissetmiş. Çünkü o kahya da arı babasını yaptığı işlerden dolayı kıskanır, kendi kendine hasetlenir amma çok sinsi ve içten pazarlıklı olduğu için bunu belli etmez, dost gibi görünür, arkadaş gibi davranır hatta samimi şakalar yapar ve böylece içindeki kini, öfkeyi, şeytanlığı ve nefsindeki kibiri saklar dışarıya aktarmazmış.

Arı babası onun da yanına gitmiş. Ağasının sözü üzerine amma düşündüğü gibi uzun süre he şöyle yaparız, he böyle yaparız, sen bal üretme, sen arılarla konuşma, bak sana şöylesi daha iyi olur, seni şöyle bir işe süreceğiz, senden şöyle istifade edeceğiz gibi beylik cümlelerle oyalımış durmuş. Nihayet bir gün arıcının canına tak etmiş ve bu adamın karşısına geçerek “Bak a efendi benimle çalışmak istiyormusun, istemiyor musun. Beni oyalama, ağamın hatırına huzuruna geldim. Adam gibi cevap ver. Şayet içinde bir kinin, bir nefretin, bir garezin varsa mertçe yüzüme söyle, cesareti olmayan korkak saraylılar gibi arkamdan konuşup, ona buna yalan yanlış laflar etme” demiş.

Tabi bunu hiç beklemeyen bu zavallı kahya “Seninle çalışmam” demek zorunda kalmış.

Arı babası tebessüm ederek “İşte böyle mert ol, namert olma diyeceğim ama sen zaten mertlikten bi haber namert birisin o yüzden çok görmüyorum.” Deyip çıkıp gitmiş konağından. Yolda yürürken de “Yarabbi şahitsin. Sana havale ettim” diye dua ediyormuş.

O günden sonra arı babası ağanın huzuruna çıkmak üzere defalarca kapısına gitmiş ama kapı görevlileri, baş tutanlar, ağanın sağında solunda olanlar ne onun geldiğini ağaya haber vermişler, ne de arı babası ağaya ulaşabilmiş.

Sonra ağanın kardeşlerine gitmiş, onlarla da doğru dürüst konuşamadığı için kendi dünyasına çekilip Rabbine el açıp yalvarmış günlerce . elbette rızka Allah azze ve celle kefildir. Hayatını devam ettirecek başka işler yapmış.

Yıllarca kovan kovan bal yaptığı ağanın çiftliğinde ağadan habersiz bizi yarı yolda bıraktın diyerek onu uzaklaştıranlara olan kırgınlığı kalbinde kalmış elbette. Bu gönül kırıklığı ile Rabbine el açıp yalvarmış. “Ey Allahım sen her şeyi bilen ve görensin. Ben her şeyi sana havale ediyorum.” Diye.

Bu duaları ettiği bir gün yatsı namazını kılıp yattıktan sonra bir rüya görmüş. Rüyasında dokuz tane iri yarı köpek etrafını sarmış ve hırlayarak kendisine bakıyorlarmış. Çok korkunç ve kötü görünüyormuş bu köpekler. Hepsinin yüzünün derisi yüzülmüş ve kıpkırmızı kanlı kemikli şekilde dişleri ortada hırlıyorlarmış.  Arı babası sırtını bal yapan arıların kovanlarına vermiş ve köpeklerin hırlayarak yavaş yavaş kendi üzerine doğru geldiğini görüyor ve “Allahım sen yardım et” diye dua ediyormuş.

Birden kovanların arkasından bir ışık hüzmesi çıkıvermiş ortaya. Işığın içinde sarı saçları beline kadar inen, gözleri gökyüzü kadar parlak, gülüşü güneş kadar aydınlık bembeyaz kıyafetler giyinmiş bir peri kızı belirivermiş. Arı babası ile kovanların arasına girmiş ve sonra eliyle arı babasını arkasına almış, sağ elini köpeklere doğru uzatıp elinin ayasından bir ışık hüzmesinin çıktığını görüvermiş. O anda kendisine hırlayıp saldırmak üzere atılan köpeklerin yüzleri şekillenmiş ve derileri etleri yeniden oluşuvermiş.

O anda arı babası o hırlayan köpeklerin yüzlerini tek tek görüvermiş. Hepsini tanımış elbette. Özellikle de baş kahyayı görüvermiş. Bu sırada ışık hüzmesinin içindeki peri kızı dönüp arıcıya “Korkma ben varım. Bunlar sana bir şey yapamaz. Hadi gel” deyip elinden tutmuş. Arı babası korku ve heyecanla kekeleyerek “Sen kimsin?” diye sormuş. Işığın içindeki o peri kızı “Ben senin bugüne kadar yaptığın iyiliklerin ve yüreğindeki sevginin yansımasıyım. Ben senim aslında” deyivermiş. Sonra da arı babasının ve ışığın içine alıvermiş.

O günden sonra arı babasını bir daha gören olmamış. Sırra kadem basmış. O yüzleri olmayan köpeklerin hepsi de hala hırlamaya ve hırslarını, kibirlerini, kinlerini ve nefretlerini tatmin etmek için etrafa salyalarını akıtmaya, havlamaya devam etmişler.

Arı babası başka bir diyarda, başka bir ağanın yanında yine arı kovanlarının arasında bal üretmeye ve konuştuğu arılarla dostluğunu devam ettirmeye ve aldığı ballarla dertlere deva olmaya, iyiliği, sevgiyi, aşkı ve muhabbeti yaymaya, insanların dertlerine derman olmaya devam etmiş.

Bu masalda burada bitmiş.

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu

Reklam Engelleyici Algılandı

Lütfen reklam engelleyiciyi devre dışı bırakarak bizi desteklemeyi düşünün