
Ey nazar ehli, işit bu fakîrin kelâmını,
Söz meclisinde açalım körlerin ahvâlini.
Bir acâyib destandır, hem latîfe hem ibret,
Kimi güler bu hikâyeye, kimi bulur öğüt ve hikmet.
Körler meclisine bir gün ben de vardım,
Söz incisini dizip, gönülleri hoş kıldım.
Bir kör dedi: “Ben yıldızları seyrederim gece,”
Öteki güldü: “Bari aya bak da söyle hece.”
Üçüncüsü dedi: “Ben aynaya bakarım sabah,
Göz görmezse de gönlümde ışık var, ey Allah.”
Bir başkası: “Çarşıda gezerim tek başıma,”
Dedi; dükkân yerine girdi bir hamama.
Oturduk birlikte, açıldı sofra, aş geldi,
Biri çorba içti, kaşığı cebine yerleşti.
Derken bir köy düğününe davet olundu hep,
Davul çaldı, zurna öttü, yürüdüler tek tek.
Biri sazı aldı eline, teli tersinden çaldı,
“Bakın,” dedi, “çaldığım nağme göklere yayıldı!”
Bir kör baston salladı, “Yol dümdüz” diye,
Meğer bostana girmiş, düşmüş kavun kümeye.
Kimi bastonla yürürken köpeğe bastı,
“Beni kim itti?” deyip kalabalığa kastı.
Sonunda biri fısıldadı, meclis sustu, kalp dinledi:
“Ey dostlar, göz körlüğü dert değil,
Asıl körlük kalp körlüğüdür,
Onu güldürecek hiçbir destan yoktur.”
Bir zamanlar uzak köylerin birinde, gözleri görmeyen ama kalbiyle gören bir çocuk yaşardı. Elinde her zaman beyaz bastonu olurdu. Bastonunun ucu taşlara, toprağa, çimenlere dokunur; her dokunuşla ona yolu fısıldardı. İnsanlar onun karanlıkta yaşadığını sanırdı, oysa o kalbinin ışığıyla yürüyordu.
Bir kış gecesi köy odasında soba yanıyor, köylüler sohbet ediyorlardı. Çocuk da aralarında oturuyordu. Yaşlılardan biri ona dönüp sordu:
“Evladım, senin gözlerin görmez. Ama seni yollarımızda tek başına yürürken görüyoruz. Söyle, sen yolunu nasıl buluyorsun?”
Çocuk bastonunu elleriyle kavradı, yüzünde tatlı bir tebessüm belirdi:
“Benim için yol taşlarda değil, gönüllerde başlar. Göz görmediğinde kulak duymayı öğrenir, el dokunmayı öğrenir. Bastonum bana yolu göstermez; ben ona sevgimi veririm, o da bana karşılığında yolu açar.”
Köylüler derin bir sessizliğe gömüldü. O sırada köyün dervişi de odadaydı. Çocuğa yaklaşıp yumuşak bir sesle sordu:
“Evladım, bu baston sana ne öğretir?”
Çocuk bastonunu okşadı:
“Bana sabrı öğretir. Yolum uzadığında sabırla yürümeyi, taş çıkınca yoluma eğilip sevgiyi bulmayı öğretir. Bana şükretmeyi öğretir. Çünkü her düşüşte kalkmayı, her engelde daha da güçlenmeyi hatırlatır. Bastonum bana Allah’ın beni yalnız bırakmadığını öğretir.”
Derviş’in gözleri doldu:
“Evladım,” dedi, “senin bastonun demirden değil, nurdan yapılmış.”
Çocuğun bir de sırdaş dostu vardı: beyaz yeleleri rüzgârda dalgalanan Ak Dost adında bir at. Onunla sözle değil, kalp diliyle konuşurdu. Bir gün yelesini okşarken ona şöyle dedi:
“Ey Ak Dost, sen gökyüzüne koşarsın, ben bastonumla yere basarım. Sen gözlerinle görürsün, ben kalbimle. Sen rüzgârı dinlersin, ben sessizliği. İkimiz de farklı yollarla aynı hakikati buluruz.”
At kişnedi, başını eğdi. Çocuk bastonunu kaldırdı, at yelesini savurdu. Onları seyreden köylüler, gökle yer arasında görünmez bir köprü kurulmuş gibi hissettiler.
Bir gece köyü büyük bir fırtına bastı. Herkes evine kapanıp korkuyla dua ederken çocuk bastonunu eline aldı, Ak Dost’un sırtına bindi ve rüzgâra aldırmadan köyü dolaşmaya başladı. Bastonunu her kapıya dokundurduğunda rüzgâr dindi, gök sustu, evlerin içine huzur doldu. İnsanlar evlerinden çıkıp onun peşine takıldılar. Çocuk yüksek sesle şöyle seslendi:
“Benim gözlerim görmez, ama kalbim yolları bilir. Siz de kalbinizi açın; birbirinizi sevin, birbirinize yol olun. O zaman en büyük fırtına bile sizi deviremez.”
Günler geçti, çocuk büyüdü. Bastonu da onunla birlikte büyüdü. Ak Dost yaşlandı ama yanından hiç ayrılmadı. Masal dilden dile yayıldı. Ve bugün hâlâ köylerde, rüzgârın uğultusunda şu söz duyulur:
“Gerçek ışık, gözlerden değil; bastonunu imanla tutan bir yüreğin içinden doğar.”
Selman Devecioğlu