
Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, kuşların kanatsız uçtuğu zamanlarda cinler cirit atar, devler top oynarmış. Harmandamı, dermandamı derken, iki döküp bir düşünürken, zaman geçer, gelen gider, giden dönmez bir mekanda varlığımı sorarsın yoktur, yokluğumu sorarsın vardır. Genişmi geniş bir meydan, çıkmış iki pehlivan, biri dünya, biri insan. Bazen dünya altta kalır, bazen insan. Asırlardır ikisi bir türlü yenişemez. Var varanın sür sürenin baykuşu çoktur viranenin. Her dama konulmaz, her merhemden onulmaz. Varlığını elinde tutanla, yokluğun pençesine düşen toprağın altına girince aynı olurmuş. Yerleri yurtları bir olurmuş, dilleri dertleri bir olurmuş. Soranlar soruyu sorar, bilenler sırattan uçar, bilemeyenin akibeti meçhul. Gidip de dönenmi var biliyorsun, niye bunları söylüyorsun derseniz susarım ve masalıma başlarım.
Kaf Dağının hemen eteklerindeki ormanların ağzında bir ülkede, aklı oldukça kıt bir padişah yaşarmış. Yaşına, padişahlığına yakışmayan hareketler yapar, herkesi kendine güldürürmüş. Devlet işleriyle hiç uğraşmazmış. Vaktini hep ava gitmekle, eğlenceler tertiplemekle geçirirmiş. Bu eğlencelerin çoğunu da Kaf Dağının eteklerindeki birbirinden güzel ağaçların olduğu ormanların önünde, geniş, yemyeşil çayırlıklarda yaparmış.
Bu padişahın üç oğlu varmış. Günlerden bir gün, üç oğlunu da yanına çağırmış, onlara “Söyleyin bakayım” diye sormuş, “beni ne kadar seviyorsunuz?”
Babalarının böyle tuhaf hallerine alışık olan şehzadeler, onun bu sorusunu hiç yadırgamamışlar. Onun, sorduğu bir şeye karşılık verilmediği zaman ne kadar kızdığını da bilirlermiş. Önce en büyük şehzade cevap vererek “Babacığım,” demiş, “seni altın kadar, elmas kadar, pırlanta kadar seviyorum.” Çünkü büyük şehzade parlak taşlara çok meraklı ve düşkünmüş.
Büyük oğlunun bu cevabı padişahın pek hoşuna gitmiş. Kahkahalarla güldükten sonra, ortanca oğluna bakmış, “Ya sen beni ne kadar seviyorsun bakayım?” diye sormuş. O da:
“Babacığım,” demiş, “ben seni bal kadar, börek kadar, kadayıf kadar seviyorum” Çünkü bu oğlu da hamur işlerinden yapılmış tatlıları, ballı çörekleri, börekleri çok seviyormuş.
Ortanca oğlunun cevabı da padişahın hoşuna gitmiş. Gene kahkahalarla gülmüş. Sonra en küçük şehzadeye dönerek “Söyle benim küçük oğlum,” demiş, “ya sen beni ne kadar seviyorsun bakayım?”
Küçük oğlan, birdenbire cevap verememiş. Biraz yutkunduktan sonra “Babacığım,” demiş, “ben seni tuz kadar seviyorum.” Çünkü küçük şehzade tuzsuz hiçbir yemeğin gerçek lezzetini bulamayacağını biliyormuş. Ama bunu diğerleri akıl edememiş. Küçük şehzadenin bu beklenmedik cevabı karşısında ağabeyleri, kendilerini tutamayıp gülmüşler. Padişahın da suratı birden asılmış. Kaşlarını çatarak “Ne dedin, ne dedin?” diye bağırmış. “Beni tuz kadar seviyorsun ha? Dünyada tuzdan daha kıymetli bir şey bulamadın mı?”
Küçük şehzade babasının bu öfkesini hiç anlayamamış ve şaşkınlık içinde tuzun ne kadar kıymetli olduğunu anlatmaya hazırlanmış ama babası buna müsaade etmemiş.
Sonra, hiddetle, yanındaki küçük bir sedef sandıktan iki kese altın çıkarmış. Birini büyük oğluna, ötekini de ortanca oğluna atmış. Onlara, eliyle dışarı çıkmalarını işaret etmiş. Her iki oğlu da âdeta yerleri öpüp geri geri giderlerken, padişah ellerini çırpmış. İçeri bir uşak girince “çabuk bana cellatları çağır” diye bağırmış.
Uşak hemen dışarıya çıkmış. Kısa bir zaman sonra, iri boylu, yarı çıplak bir halde, iki cellatla içeri girmiş.
Padişah, küçük oğlunu göstererek “Çabuk bunu alın!. “Eğer emrimi yerine getirmezseniz, ikinizi de cezalandırırım!”
Saraydaki herkes gibi cellatlar da küçük şehzadeyi pek çok severlermiş. Padişahın bu emrine çok üzülmüşler, ama yapacak bir şeyleri olmadığı için şehzadeyi tutup dışarıya çıkarmışlar. Hemen iki at hazırlatmışlar. Birisi küçük şehzadeyi yanına almış. Atları dağlara doğru sürüp gitmişler. Saraydan oldukça uzak bir yerde, bir dağ başında durmuşlar.
Küçük şehzade de pek üzüntülü imiş. Dokunsalar nerede ise ağlayacakmış. Cellatlar ona merhamet etmişler. Bir tanesi “Şehzadem,” demiş, “biz sana kıyamayacağız. Ama padişahımızın emrini sen de kulaklarınla duydun. Bari gömleğini çıkarıp bize ver de, gömleğine kırmızı bir leke sürelim ‘İşte şehzadenin gömleği’ diye götürüp babana verelim. Sen de buralardan uzaklaş, bir daha memlekete dönme!”
Şehzade, cellatların bu teklifine sevinmiş. Hemen soyunup gömleğini onlara vermiş. Hayatını kurtardıkları için her ikisine de teşekkür etmiş. Atın birini de onlardan alarak uzaklaşmış, gözden kaybolmuş.
Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, altı ay bir güz gitmiş… Nihayet bir memlekete varmış. O kadar yorgunmuş ki, neredeyse, attan inerek yere uzanıp uyuyacakmış.
Şehre girerken, yol kenarındaki ilk evin kapısını çalmış. Kapıyı ihtiyar bir kadın açmış. Ona şehzade olduğunu bildirmemiş, dünyada kimsesi bulunmadığını, bu memleketin de yabancısı olduğunu söyleyerek kendisini evlatlığa kabul etmesini rica etmiş. Zaten ihtiyar kadının da hiç kimsesi yokmuş. “Zahmet çekmeden yetişmiş bir çocuk sahibi oldum” diye sevinerek şehzadeyi evlatlığa kabul etmiş.
İhtiyar kadın, şehzadenin önüne yiyecek koymuş. Karnını doyuran şehzade, gidip çeşmede elini, yüzünü, ayaklarını güzelce yıkamış. Sonra atının da karnını doyurmuş. Bu işler bitince, kadının yaptığı yatağa kendini atarak derin bir uykuya dalmış.
Ertesi sabah uyandığı zaman, şehzade, pencereden halkın akın halinde bir tarafa doğru gittiğini görmüş, ihtiyar kadına “Anacığım” demiş, “herkes böyle nereye gidiyor? Bayram filan mı var?”
İhtiyar kadın “Bayram değil ama oğlum,” demiş, “ondan daha önemli bir şey var. Bugün talih kuşunu uçuracaklar, padişahımızı seçecekler…”
Bu sefer şehzade “Ne olur anacığım,” demiş, “beni de götür. Hiç olmazsa seyrederiz.”
İhtiyar kadın evlatlığını kıramamış. Kalkıp giyinerek sokağa çıkmışlar. Halkla beraber büyük meydana gitmişler.
Herkes toplandıktan sonra talih kuşu uçurulmuş. Kuş, kalabalığın üzerinde dolaşmaya başlamış. Kimisi, “acaba bana mı konacak?” diye heyecanlanıyor, kimisi de “benim başıma konsun” diye ayaklarının ucuna basarak boyunu yükseltiyormuş.
Ne ise, kuş, döne dolaşa gelip bizim küçük şehzadenin başına konmamış mı?
Buna hiç kimse razı olmamış. “O yabancı, padişah olamaz!” diye itiraz edenler olmuş. Çaresiz seçimi bozmuşlar. Ertesi sabah tekrar toplanmaya karar vermişler.
Ertesi gün herkes gene meydanda toplanmış. “Bu sefer de bir yanlışlık olur da, halkı kızdırırım” diye, küçük şehzade, gidip yol kenarındaki mezarlıkta, bir taşın yanında oturmuş.
Talih kuşu yine uçurulmuş. Halk heyecandan yerinde duramıyormuş. Gözler hep havada kuşun uçuşunu dikkatle takip ediyormuş.
Talih kuşu, döne dolaşa gidip bu sefer de mezarlık kenarında oturan şehzadenin başına konmamış mı?
Halk gene kıyameti koparmış. “Olmadı, olmadı, son bir kez daha deneyelim” diye bağıranlar olmuş. Çaresiz bu seçimi de bozmuşlar. Yeniden toplanmaya karar vermişler.
Ertesi sabah, halk meydanda çok erkenden toplanmış. Şehzade ile ihtiyar kadın evlerinden henüz çıkmış, meydana doğru gelirlerken, talih kuşu uçurulmuş.
Kuş gene kalabalığın üzerinde birkaç defa dönmüş. Sonra oradan hızla uzaklaşarak, gidip meydana doğru yeni gelmekte olan şehzadenin başına üçüncü defa konmuş. Bu sefer hiç kimse itiraz edememiş. Bizim küçük şehzade de padişah olarak o memleketin idaresini eline almış. Akıllı biri olduğu için, kısa zamanda halka kendini sevdirmiş. Birçok işler yapmış. Memleketi çok güzel idare etmeye başlamış.
Aradan yıllar geçmiş. Genç padişah, kendisini bildirmeden, babasına bir mektup göndererek, memleketine davet etmiş. Babası, komşu bir memleket padişahından gelen daveti kabul etmiş. Gezip eğlenmeyi çok sevdiği için, bir tabur askerle birlikte hemen ziyarete gelmiş. Genç padişah bıyık ve sakal bıraktığı için, ilk karşılaştıkları zaman babasının kendisini tanımadığını hissedince, pek sevinmiş. Bu arada misafirleri için de çok güzel yemekler hazırlatmış, fakat hiçbirine tuz koydurmamış.
Ne ise, akşam yemeğini yemişler. Misafir padişah yemekleri çok beğenmiş ama, tuzsuz oluşuna hayret etmiş. İçine baygınlıklar geldiği halde, hiçbir şey söylememiş.
Ertesi gün, askerlerini dolaşmış. Hatırlarını sormuş. Onlar da yemeklerin tuzsuz oluşundan şikâyet etmişler.
O gün öğle yemeğine sıra gelmiş. Yemekler yine tuzsuzmuş. Misafir padişah dayanamamış “Sizin memlekette tuz bulunmaz mı?” diye sormuş.
Genç padişah, gülerek “Elbette bulunur” diye cevap vermiş. “Hem o kadar çoktur ki, bütün dünyaya tuz buradan gider.”
Bu cevaba büsbütün şaşıran padişah “İyi ama,” demiş, “bütün yemekleriniz tuzsuz. Sebebi nedir?”
Genç padişah bu sefer “Sizin tuzu hiç sevmediğinizi, yemeklerinize koydurmadığınızı söylediler de,” demiş, “onun için koydurmadım.”
Padişah, derhal atılmış:
“Katiyen efendim,” demiş, “yanlış söylemişler. Tuzsuz hayat mı olurmuş? Ben tuzu çok severim.”
O zaman, genç padişah, gülerek “Ama,” demiş, “küçük oğlunuz size: ‘Ben seni tuz kadar severim’ dediği zaman, onu cellatlara teslim etmiştiniz?”
Bu söz üzerine, padişah, kendine gelmiş. Karşısındaki genç padişaha dikkatle bakınca, oğlunu tanımış. Arkasından da gözlerinden iki damla yaş yuvarlanmaya başlamış.
Hemen onu cellatlara verdiği gün ne kadar pişman olduğunu hatırlamış. Çünkü ne olursa olsun baba olduğu için tüm evlatlarını çok seviyormuş.
Ayağa kalkmış karşısında gülümseyerek duran oğluna sımsıkı sarılmış ve “Canım oğlum, meğer sen ne kadar da haklıymışsın. Gerçekten de tuzsuz hiçbir yemeğin tadı olmuyor. Hadi gel ülkemize, evimize geri dönelim” demiş.
Ancak genç padişah “Babacığım, sen ülkende mutlu ve bahtiyar yaşa. Ben bu ülkenin padişahıyım artık, burada kalmalıyım ve halkıma hizmet etmeliyim” demiş.
Sonra da iki ülke birlik, barış ve sevgi üzerine kurdukları dostlukla yaşayıp gitmişler.
Onlar ermiş muradına. Biz çıkalım kerevetine…