DEHR

Print Friendly, PDF & Email

 

Adına Dehr derler, bir kızcağız varmış. Anası Seher ve kız kardeşi Kamer ile birlikte yaşarmış. Bu Dehr pek güzelmiş. Yelesi yepildek, alası apıldak, gülesi güpüldek… Alı al, moru mor; gülü yol, dalı sor. Bir bakan gözlerini alamazmış. Zaten onun güzelliğini seyretmedikten sonra göz neye yararmış?

İşte Dehr öylesine güzelmiş fakaaat nasıl demeli, hangi lisân-ı münasip ile söylemeli?.. Şöyle acıcık, birazcık; küçücük, müçücük, altı bitli cücük… Şöyle birazcacık pismiş bu Dehr kız. Suya, sabuna küsmüş. Pis de ne kelime? Sen de çürümüş yumurta, ben diyeyim işkembeli turta… Taharet nedir, abdest nedir; nerede el yıkanır, nerede ağız çalkanır bilmezmiş. Aslına bakarsan özü temizmiş temiz olmasına ya insanlar onu pisletmiş.

Biri gelmiş, yanında kötü bir laf etmiş. Biri saçından iki tel koparmış. Bir başkası, sesini taklit etmeyi başarmış. Biri çamur atmış, diğeri sütüne su katmış. Biri çok güldürmüş, biri çok ağlatmış. Tüccar allamış pullamış, Dehr’e yalancı bilezikler satmış. Fırıncısı ekmeğini mundar ağaçtan etmiş. Muallimler boş ilimler öğretmiş. Hekimler damarlarına ilaç diyerek zehir zerk etmiş… Böyle böyle Dehr hanımcığın eski saflığı yitip gitmiş.

Amma gene de güzel zamanlarında alımına çalımına, gamzesine hemzesine, halâvet-i âzâsına kimse dayanamazmış. Kadınlar, kızlar onun karşısında kıskançlıklarından ötürü orta yerlerinden çaaat diye çatlarlarmış. Ey şu güzelliği yaratan Allah’ım! Onca nazarımız, olanca hasedimiz nereye gider, diye yakarırlarmış. Kadınlar bu ahvalde ise erkeklerin hâli nice olur? Her erkek; genci, ihtiyarı; hacısı, hocası; bekârı, kocası; bilcümle esnaf loncası ve dahi avam locası Dehr’e âşıkmış. Herkes âşıkmış ama kimse “Efendiler, ben âşıkım; viran oldu gönül köşküm! Yetişin a dostlar, kara sevdaya düştüm!” demezmiş. Çünkü o devirde Dehr’i sevmek, ona kıymet vermek ayıp sayılırmış.

E, madem öyleee; er eğer ki er ola, Dehr’i nikâhına ala, demeyin. Acı soğan yemeyin. Bilip bilmeden kimsenin günahına girmeyin. Dehr’e nikâh düşmezmiş. Çünkü Dehr kız, ne bir insan ne bir cin ne de bir melekmiş. O öyle bir yaratıkmış ki ona dense dense Hüda-yı nabit denebilir; yerden bitme, kendi yetme; toprak gibi, su gibi bir isim verilebilirmiş. Âdem babamız yaratılalı bir yıldızla kim evlenebilmiş? Irmak, hiç adama varır mıymış? Dağ, oğlu tepeye gelin alır mıymış?.. Öyleyse bu kız, anasından nasıl doğmuş? Nasıl doğacak? Rabb’im ol, demiş; olmuş.

Böylece ondaki erişilmezliğin sırrı anlaşılmış. Aşk ile bir daha bilinmiş ki Dehr kimseye yâr olmayacakmış. Bunu Dehr bilir, ah bilir; gece bilir, sabah bilirmiş. Hem şu kirliliği olmasaymışmış… Ardına düşenin alnını da kalbini de karartmasaymışmış…

Öyledir bu işler, böyledir bu işler, dosta acı söyletir bu işler. Kimse ayranım ekşi demez. Domuzdan gayrısı kendi pisliğini yemez. Herkes kuruntusunu, pis gözlülüğünü; ahlaksızlığını, kötü sözlülüğünü Dehr’in üstüne atar olmuş. Bir duyduğuna bin katar olmuş. Dehr’in adı kötüye çıkmış. Yalancı Dehr, ziyancı Dehr; hafif Dehr, Sefih Dehr… Dehr… Dehr… Dehr… Dehr, neredesin?..

Sonunda Dehr sırra kadem basmış. Deh Dehr, deh! Nereye gitmiş, kimin yanına varmış? Bizi böyle nasıl bırakırmış?.. İnsanlar, hem erkekler hem kadınlar ne yapacaklarını şaşırmış. Şimdi su, su değil, bakırmış. Ekmek, takır takırmış. İlk defa o anda anası Seher ile bacısı Kamer’i hatırlamışlar. Meğer Dehr gideli onlar da kötülemişler. Biri hasta, diğeri yasta. Seher ile Kamer, Dehr ile kader; dördü bir mikyasta. Dehr gittiğine göre onlar ölürmüş, onlar öldüğüne göre insanlar -hayli hayli- ölürmüş. Sultan, vaziyetin vahametini görmüş. Halka ferman buyurmuş: “Dehr’i yok etmek suçundan hepinizi mahkûm ettim. Herkes bulunduğu yerde mahpustur. Yoksa insanlık kırılacak. Güneş dürülecek, dağlar yürütülecek. Sonunda kıyamet kopacak.”

Ferman üzere halk, kapılarına kilit vurmuşlar. Üç gün üç gece yürümemiş, durmuşlar. Az gitmemiş, uz gitmemiş; dere tepe düz gitmemişler. Öylece oturmuşlar. Felaket geçmemiş, hiçbiri iyileşmemiş. Bunun üzerine yedi gün, yedi gece daha gün doldurmuşlar. Sonra kırk gün kırk gece daha. Gelgelelim Dehr’i bir an bile unutamamışlar, açık yaralarını kurutamamışlar. Bu böyle böyle yedi yıl sürmüş.

Dünyanın bütün hekimleri, âlimleri; zıkkımları, zalimleri toplanmışlar. Türlü kararlar almışlar. Kralları da kendilerine inandırmışlar. Demişler ki bizi hasta eden, Dehr’in gidişidir. Bu olsa olsa onu sevmeyenlerin işidir. Öyleyse Dehr’i sevmeyen kim varsa bulup öldürmeliyiz. Dehr’in yüzünü yeniden güldürmeliyiz. Böyle demişler amma Dehr’i sevmeyeni bulmak, bulsan da sevmediğinden emin olmak zormuş. Bir zamanların ayıplanan işi, şimdi adamı ipten kurtarıyormuş.

Zoru, kolayı kalmamış. Kıyım ihtiyarlardan başlamış. Çünkü hekimler, kralı ilmek ilmek işlemiş: Demişler ki devletlûmuz, ihtiyarların arzuları tükenmiştir. İhtiyarlar artık nefislerini yenmiştir. Dehr’i gereği gibi sevemezler. Zaten yaşlıdırlar, ölseler de gam yemezler. Böyle başlamış ihtiyarların ölümü.

Öle öle yeryüzünde ihtiyar diye bir şey kalmamış. Bundan sonra bereket kesilmiş, hiç yağmur yağmamış. Gene de ne Dehr dönmüş ne de insanların yaraları onmuş. Çünkü ihtiyarlar ölürken bile Dehr’e tutkunmuş. Çünkü bir insanın malını sevmesi, Dehr’i sevmesi demekmiş. Çünkü bir ihtiyarın hâlâ dünya için endişelenmesi, aslında Dehr’i istemekmiş. Bu hakikati âlimler anlamaz; ancak arifler bilirmiş. İzahı ise masalın sonunda saklı bir sır imiş.

Hekimler bu kez çocukları kurban etmeye karar vermişler. Çocuk dediğin, Dehr’i sevmeyi ne bilir, demişler. İşin kötüsü, analar babalar da inanmışlar onlara. Son bir kez sarılmışlar verecekleri kurbanlara. Yavrularım, demişler; sizi insanlık için feda ediyoruz. Size ciğerimiz yanarak veda ediyoruz. Sizler annelerinizin, babalarınızın adaklık kuzularısınız. Yüreklerinde vuran sızılarısınız. Siz yedilerin oğulları, kırkların kızlarısınız…

Nihayet çocuklar da çıkmışlar darağaçlarına. Hem de sevinçle dalarcasına saklambaçlarına. Sevdiklerini sevindirdikleri için yüzleri gülmekteymiş. Bilmeden yüzlerinde son gülümseme solmaktaymış. Cellât başı kılıcını çekmiş. Bir işareti her şeye yetecekmiş. Fakat o, kılıcıyla işaret vereceğine, vurmaya başlamış darağaçlarının kıyı bucağına. Olanların şaşkınlığı sarana kadar civarı, yerle bir olmuş darağaçları. Millet aval aval birbirine bakmış, cellât başı yüzündeki nikabı açmış. Etrafa nurlarını saçmış. Meğer bu Dehr’in kendisi değil miymiş? Görür görmez herkes önünde eğilmiş. Meğer onca zaman yanı başlarındaymış. Peki, ya ihtiyarlara nasıl kıymış?

Dehr haykırmış: Tutun şu kendini âlim sananları, tepeleyin tüm zalim sultanları. Daha da kim varsa ezen insanları, yakalayın ve haklayın! Haklayın ve de gözünün yaşına bakmayın!

Bir arbede kopmuş ki ne bela! Kiminin elinde bir kulak, kiminin ayağında bir kelle. Ölmekten kurtulan bir zalim kaldıysa da kaçmış. Böylece iyilere yer açmış.

Ee, hasret bitti, hastalık gitti. Herkes ermiş muradına mı, dersiniz? Evet, Dehr ortaya çıkmış. Bir müddet insanlar da sözlerini tutmuş. Fakat zamanla herkes adaklarını unutmuş. “Dehr bir dönse bir daha kötülük etmeyiz.”dedikleri şurada kalmış. Herkes eski hâlini almış.

Dehr bakmış ki onca zahmetin, onca derdin bir faydası olmadı. Kimse ölenlerden ibret almadı, açıklamış büyük sırrını:

“Ben ne bir insanım ne başka bir canlı. Ne de cellâtlar gibi elim kanlı. Ben dünyayım, dünyanın kendisiyim. Söz yerindeyse efendimin efendisiyim. Beni sevmek, ancak Allah için olmalı. Beni öven, ancak Allah’ı övmeli. Ben güzellikte yıldızların eşiyim. Fakat aynı zamanda cellât başıyım. Bu yüzden kıydım ihtiyarların canına. Hâlâ dünyayı sevmek yakışır mı ihtiyarın şanına?”

İhtiyarların idamları yanlarına kâr kalmış. Bir nevi ecirleri olmuş. Fakat herkes böylece dersini almış.

Gökten üç elma düşmüş. Biri Dehr’in, biri bu masalı anlatanın, biri de dinleyenin kafasını yarmış.

ALİM AKÇA

Start typing and press Enter to search

Skip to content