TASA KUŞU

Print Friendly, PDF & Email

Bir varmış, bir yokmuş, Allah’ın kulu çokmuş, Çok demesi, yok demesi günahmış. Ülkelerden birinde adaletiyle nam yapmış bir padişah yaşarmış. Hazinesinin, toparaklarının çokluğundan ziyade, dünya yüzünde bir tek kızcağızı varmış. Padişah bir dediğini iki etmezmiş gözünün nuru kızının. Dert nedir? Tasa nedir? diye bilmeden büyüyüp gidermiş Hanım Sultan. Bütün saray ahalisi, bu kızın üzerine tir tir titrer, hele bütün memleket halkı kıızcağızın halinden, gidişinden, büyüyüp gelişmesinden haber sorarlarmış. Kızının    eğitimine çok önem veren Padişah onu ülkenin en iyi hocalarına tesim etmiş iyi bir terbiye alsın diye. Lakin içlerinden bir hocası varmış ki sormayın gitsin. Kızcağızın güzelliğini, gençliğini kıskanır, onun için hep fenalık düşünürmüş.

Günlerden bir gün kızcağız bu fesat Hoca Hanımıyla birlikte Has Bahçede otururken, Hoca Hanım dalıp gitmiş, derin düşüncelere varmış. Hanım Sultan:

“Aman Hoca Hanım, yine daldın, neler düşünürsün, kendin buradasın amma sen kim bilir nerelerde seyran edersin?” diyince Hoca gözleri açık dalmasından bir an silkinmiş:

“Ah sorma benim Sultan kızım, öyle tasalarım var ki…”

Hanım Sultan onun bu halline    gülmüş    hocasının sözünü keserek:

“Aman Hoca Hanım, tasa da nasıl şeydir?” Yenilir mi, içilir mi, biçilir mi, giyilir mi, neyin nesi? Bana da biraz versene…” deyip kahkahalar atınca, hoca hanım bozulmuş ve içinden “ihtiyar halimle, sıkıntılı başımla, durmuş benimle alay eder, bak sen şuna ” demiş ve içinde bastırdığı kin birden uyanmış, öyle büyümüş ki deveye yük sarsan çekemez. Öylesine derin, ağır bir kin olmuş. Hiç renk vermeyip acı acı gülümsemiş:

“Baş üstüne Sultan kızım, senin istediğin tasa olsun” demiş. Sultan Hanımdam müsade isteyip huzurundan kalkmış, doğruca kuşcular çarşına varıp kafes içinde bir tasa kuşunu seçmiş, almış. Saraya, Sultanın yanına    gelip:

“İşte Sultanım buna tasa kuşu derler” deyip ona vermiş, oradan ayrılmış.

Hanım Sultan kuş kafesini odasındaki bir pencere önüne asmış, gelip gidip, gülüp eğlenmiş tasa kuşuyla.

Yine günlerden bir gün hanım sultan, cariyeleri ile has bahçeye çıkıp havuz başına gelmiş, Yanına aldığı tasa kuşu’nun kafesinide bir dut ağacının dalına asmış. Etrafda kimselerin olmadığını gören kuş, dile gelmiş.

“Hanım sultan, beni biraz salıver de, bahçedeki kuşlarla biraz dolaşayım; sonra yine kafesime döner gelirim.” deyince, şaşkınlığını üzerinden bir çırpıda atan sultanın aklına kuşun bir fenalık yapacağı gelmemiş. Kafesin kapısını açıp, kuşu salıvermiş; kuş var gücüyle kanatlarını çırparak havalanmış, ağaçlarda ötüşen kuşların arasına karışmış. Cariyeler, kalfalar, Sultan Hanım havuz başında sohbet ederken, mis kokan çiçekleri iki koklayıp, bir toplarken, fırsattan istifade eden Tasa Kuşu, konduğu ağaçtan süzülerek gelmiş, kızcağızı aniden kaparak havalanmış. Halayıklar daha ne olduğunu anlayamadan, tasa kuşu yükselmiş ve masmavi gökyüzünde gözden kaybolmuş. Ne kadar uçtukları bilinmez. Tasa kuşu kızcağızı heybetli bir dağın tepesine bırakmış.

“Sultanım, beni bildin mi?

Şu tasalarımı gördün mü?

Bir geldim, bir daha geleceğim,

Bak sana daha neler neler edeceğim?

dedikten sonra, zavallı kızı o dağ başında bir başına bırakıp uçmuş, gitmiş.

Dağ başına aç biilaç, kalan sultan hanımın yürümekten ayakkabıları lime lime olmuş; ayaklarına kan oturmuş. Gide gide bir çobana rastlamış onunla konuşmuş, anlamış, elbiselerini değiştirmişler. Hanım Sultan, şimdi çoban kılığında, sırtında yamalı gocuk, ayaklarında dolama çarık, kâh yele göğüs vermiş, kâh yolların tozuna düşmüş, derelerden geçerek, tepelerden aşarak, güneşde    pişerek gide gide bir köye varmış. Köyün girişindeki kahveye girmiş; Tanrı selamı vermiş:

“Kahveci Baba, beni yanına çırak alır mısın? diye sorunca. Elden ayaktan iyice düşmüş bir adamcağız olan Kahveci:

“Aman oğlum, karşıma çıktığın ne iyi oldu. Ben de senin gibi bir çırak arıyordum, iyi rast geldi” diyerek hemen önüne bir peştemal kuşatmış, elini öptürmüş, birer birer işleri göstermeye başlamış. Ocakcılıktı, meydancılıktı, temizlikti, ne varsa hepsini yapararak, yaptırarak göstermiş; sonra para çekmecesinin arkasında ki köşesine çekilmiş. Akaşam olup gün batınca kahveci, çırağını    yayına çağırarak:

“Ben artık eve gidiyorum. Sen de müşteriler çekildikten sonra yarına hazırlık yapar, sonra kapıları, kepenkleri kapatır, arkalarını iyice tırkazlar, yatarsın. Tilki uykısında ol; bir gözün açık, bir kulağın delik olsun; yay gibi gergin dur, bir şey çaldırma. Yatsıdan sonra, kimseye kapı açma.” diye sıkı sıkı tembihlemiş kırk budaklı sopasını, yere kaka kaka, iki büklüm yürüyüp gitmiş.

Akşam iyice çökünce çırak son müşterisinin ardından dükkânın kapılarını kapatmış. Ortalığı süpürmüş, kirli tabakları, fincanları güzelce yıkayıp, kaldırmış; sonra kahveyi kavurmuş değirmende çekmiş. Şekerlikleri, kahvelikleri tepeleme doldurmuş. Sabahın ocağını, suyunu hazırlamış. Sonunda bütün işlerini bitirip zeytinle ekmeğini yemiş; kandilini söndürmüş, yatmış. Ustasının tembihi kafasının içinde dolanıp dursa da, yorgunluktan kendini alamamış; içi geçmiş, çalışkan kişilerin tasasız derin uykularına dalıp gitmiş.

Tam gece yarısında, nasıl oldu bilinmez, Tasa Kuşu, aniden gelip    raflarda ne kadar fincan, bardak, tabak varsa hepsini devirmiş, kırmış, kahveleri dökmüş, şekerleri saçmış; sonra kızcağızın yanına gelip onu derin uykusundan uyandımış. Sultan gözlerini ovuşturarak bir de bakmış ki, ne kadar eşya varsa hepsi kırılmış, dökülmüş. Kuş dile gelerek:

“Sultanım, beni bildin mi?

Şu tasalarımı gördün mü?

Bir geldim, bir daha geleceğim,

Bak sana daha neler neler edeceğim?

demiş, “Pırrrrr” diye geldiği yer gibi, çıkıp gittiği yerde belli olmamış. Uçmuş gitmiş. Bir zaman sonra sabah olmuş; usta erkenden dükkâna gelmiş bir de bakmış ki ne görsün? Ne kadar eşya varsa hepsi kırılmış. Yeni çırağı kahvenin ortasında öylece    dikilmiş kalakalmış. Zavallı çırağa ağzına geleni    sövmüş söylemiş, yine de yüreği soğumamış, tutmuş yakasından sokağa atmış. Zavallı kız hiç bişey diyemeden, almış garip başını, düşmüş yollara, ağlaya ağlaya girmiş bir terzi dükkânına. Tanrı selamı vermiş, sonra:

“Kolay gelsin, işleriniz rast gitsin, makasınız kessin, ipliğiniz kopmasın. Beni yanınıza çırak alır mısınız? diye korka çekine sorunca:

“Aman bu da sorulur mu? Bayram geldi çattı, saraydan kat kat elbiseler ısmarladılar. Hemen geç şuraya! İşler başımızdan aştı, yapış şu ütünün kulpuna.” deyince kızcağız da besmele çekip işe girişmiş.

Bir kaç gün içinde ütücülükten, ufak tefek dikişlere, oradan da biçki dikiş işlerine kadar yükselmiş. Ustası bu çaresiz çırağın akşam olunca konacak dalı olmadığını bildiği için, dükkânda yatmazsına izin veririmiş. Buna karşılık da ortalığı derleyip toplamasını, süpürüp temizlemesini şart koşarmış.

Günlerden bir gün bu kız akşam paydos olunca, bütün ustalar, çıraklar çekilip gidince, ortalığı temizlemiş, tezgâhın üzerine beyaz mendilini sermiş, günlük yiyeceğini yemiş, sedirin üzerine çıkıp, kandilini üflemiş, çalışan kişilerin tasasız, derin uykularına dalmış. Vakit tam gece yarısını gösterirken Tasa Kuşu içeri nasıl girdiği bilinmez. Dükkânda ne kadar dikilmiş, biçilmiş elbise varsa hepsini yırtmış, kıymık kıymık doğramış, üstelik biçilmemiş top top kumaşları, hint işi ipekileri, sırma işli kadifeleri lime lime etmiş. Sonra sultanın yanına gelmiş onu derin ykusundan uyandırmış. Kız uyanınca bir de ne görsün? Ne kadara dikilmiş, biçilmiş elbise, raflarda top top kumaş varsa, hepsi yırtılmış, yırtılmış da kıymık kıymık doğranmış. Tasa Kuşu dile gelmiş:

“Sultanım, beni bildin mi?

Şu tasalarımı gördün mü?

Bir geldim, bir daha geleceğim,

Bak sana daha neler neler edeceğim?

demiş, “Pırrrrr” diye geldiği yer gibi, çıkıp gittiği yerde belli olmamış. Uçmuş gitmiş. Bir zaman sonra sabah olmuş; usta erkenden dükkâna gelmiş bir de bakmış ki ne görsün? Saraydan ısmarlanmış ne kadar elbise varsa, biçkidekiler, sergidekiler, hepsi doğranmış.

“Bunları kim kesti? kimler doğradı, aman dükkâna kimler uğradı? diye sorsa da kızın ağzı dili tutulmuş, dükkânın ortasında dikilmiş durmuş. Ustası kederinden başını yumruklamaya başlamış. Bir zaman inlemiş, dövünmüş, zavallı çırağa ağzına geleni söylemiş. Yinede yüreği soğumamış yakasından tuttuğu gibi onu sokağa atmış.

Zavallı kızcağız, alıp garip başını, ağlaya ağlaya düşmüş yollara. Bir avizeci dükkânına rast gelmiş. İçeri girmiş, Tanrı selamını verdikten sonra:

Garibim, kimsesizim! Ustam beni yanına çırak alır mısın? diye sorunca. Avizeci kızcağızın hırpani kılığına bakıp:

“Haydi oradan kılıksız, zaten işler kapalı, siftahsız akşam ediyorum. Bir de seni mi başıma dert edeceğim? deyip başından savmak istemiş. Kızcağız o kadar tatlı dil dökmüş, yalvarmış ki, usta onun haline acımış ve karın tokluğuna yanına çırak almış. Zavallı kız, geceleri dükkânda yatar; katıklı katıksız, yavan yağlı, ustası ne verirse yermiş; her bir işe yetişmeye çalışırmış. Günlerden bir gün ustası:

“Ben bir düğüne gidiyorum, dükkânı erkenden kapatırsın, tırkazlarsın; aman bir şeyler devirip kırılmasın; gece vakti kimseye kapıyı açma…” diye sıkı sıkı öğütler verip çıkıp gitmiş. Akşam olup ortalık kararınca çırak dükkânı kapatmış, ekmeğini yemiş, kandilini üfleyip, bir köşeye çekilmiş; çok geçmeden çalışkan kişilerin tasasız, derin uykularına dalıp gitmiş.

Gecenin tam yarısında Tasa kuşu gelip, dükkânda ne kadar lamba, avize, fanus, kandil varsa hepsini öyle bir kırmış ki şıngırtı kulakları sağır edecek kadarmış. Zavallı çırak derin uydusundan ayamamış, uyanamamış. Sonunda tasa kuşu başına gelip onu derin uykusundan uyandırmış, şöyle bir gözlerini açıp bir bakmış ki, ne görsün? Tavanda asılı renk renk, biçim biçim irili ufaklı kristal avizeler, yerlerde ayak basacak yer yok. Kuş yeniden dile gelmiş:

“Sultanım, beni bildin mi?

Şu tasalarımı gördün mü?

Bir geldim, bir daha geleceğim,

Bak sana daha neler neler edeceğim?

demiş, “Pırrrrr” diye geldiği yer gibi, çıkıp gittiği yerde belli olmamış. Uçmuş gitmiş. Bir zaman sonra sabah olmuş; usta erkenden dükkâna gelmiş bir de bakmış ki ne görsün? Asılı avizelerin, dizili fanusların, lambaların hepsi kırılmış, yerlere saçılmış; her taraf billur kırığı içinde pırıl pırıl yanar. Hiddetinden kerteye gelen usta, sövmekle edemez. Kızcağızı yakasından tuttuğu gibi dükkândan dışarı atmış.

Zavallı Hanım Sultan garip başını almış, ağlaya ağlaya düşmüş yollara, bir çeşmenin başına oturup başlamış düşünmeye.

“Bugüne kadar hangi dükkâna girdiysem, bu hain kuş peşimi bırakmadı. Onun yüzünden onca söz işittim, bunca eşya ziyan oldu. Artık hiç bir işte dikiş tutturamam . Başımı da alayım gideyim bu şehirden; bir zaman da dağlarda dolaşayım.” demiş ve dağ yollarına sapmış. Gide gide bir ormana erişmiş, içine gün ışığı sızmaz, sık ağaçlık. Yerler çeşit çeşit hayvan ayak izleri ile dolu. Meğer    bu orman    yaban hayvanları ve canavarların yatağıymış. Ama ne etsin, akşam olmuş, sular kararmış, gök kararmış, ağaçların üzerine gecenin gölgesi düşmüş. Ormandaki en büyük ağaca tırmanıp geceyi o ağacın dalları arasında geçirmeye niyet etmiş. Sabah olup da şafak sökene kadar, yarı uykuda yarı uyanık, kuşlar gibi dallarda tünedikten sonra oramanın üzeri aydınlanmaya başlamış.

Masal bu ya; o memleketin şehzâdesi o gün ava çıkmış. Ormana girince koca ağacın üzerinde tünemiş bu kızcağızın karartısını uzaktan bir kuş sanmış omzundan yayını çıkartmış, gerdirmiş, gerdirmiş, gerdirmiş “Ya Hak!” diye bağırıp okunu göndermiş. Ok da vınlayarak gelmiş, kızın konduğu dala saplanmış. Şehzâde atını hemen bu koca ağaca doğru sürmüş. Birde ne görsün? Kuş gibi dalda tünemiş oturan kişi, şehzâdeye korku dolu gözlerle tir tir tireyerek bakıyormuş. Şehzâde kıza: “İn misin, cin misin, kimsin sen? diye seslenince dalda oturan kız:

“Ne inim, ne cinim, senin gibi bir insanım…” diye karşılık vermiş. İnsanlar konuşa konuşa anlaşırmış. Şehzâde kızcağızı ağaçtan inmeye, kendisiyle birlikte gelmeye ikna etmiş; alıp onu sarayına getirmiş. Hizmetliler üstü başı perişan, kir içindeki kızı alıp, hamama sokmuşlar, bir güzel yıkamışlar; partal elbiselerini çıkartmışlar, güzel elbiseler giydirmişler; iki kalfa koluna girip şehzâdenin huzuruna çıkartmışlar. Şehzâde ayın on dördü gibi genç kızı görünce güzelliğinden dili tutulmuş; saatler sonra dili açılmış. Sultan Hanım da şehzâdeye vurulmuş.

Şehzâde doğruca padişah babasının huzuruna çıkmış; olup biteni bir bir anlatmış. Bu kızla evlenmek için babasından müsade istemiş. Padişah merak edip Sultan Hanımı görünce onu oğluna uygun bulmuş, düğün dernek kurmak için hazırlıklara başlamışlar.

Düğün hazırlıkları devam ederken,    şehzâde ve Sultan hanım sarayın bahçesinde gezintiye çıkmışlar. Sohbet ederlerken Sultan Hanım Dut ağacının dalında onları seyreden Tasa Kuşunu görmüş, sultan hanım bahçenin ortasıda,    mermer havuzun yanı başında öylece kalalakmış, zavallı kızın korkusundan, acısından eli ayağı boşanmış, kederinden, tasasından gözyaşları seller gibi akmış. Tasa Kuşu kanatlarını açarak, mermer havuza dalmış, iki silkinmiş, ayın on dördü gibi bir delikanlı olup çıkmış. Sultan Hanım da, şehzâde de hayrertler içinde kalmış. İkiside tek kelime söyleyecek güç bulamamışlar kendilerinde.Onların bu halini gören delikanlı:

“Şehzâdem, ben, seninle sultan hanımın kölesiyim. Anamın ilenci yüzünden Tasa Kuşu kılığına getirildim.Çarşıda, pazarda satılırken hanım sultan için satın alındım. Onun sabrı, ağzının sıkılığı ve sevginiz sayesinde üzerimdeki uğursuz büyü, şükür bozuldu, kalktı. Ben de kurtulup yeniden insan kılığına döndüm. Eğer lütfeder beni azat ederseniz, memleketime gideyim” diyerek ikisindeden de izin almış, çıkıp gitmiş.

Şehzâde ile sultan hanım düğün dernek kurmuşlar, sofralar yayıp, geleni geçeni kırk gün kırk gece ağırlamışlar. Onlar ermiş muratlarına, darısı bizim başımıza.

BAHAR ARVASİ

Kaynakça: Tahir Alangu Billur Köşk Masalları Yapı Kredi Yayınları 3073 Halk Edebiyatı: 3 (20.Baskı)

Start typing and press Enter to search

Skip to content