Aşkın Sıratı

Print Friendly, PDF & Email

Yazan. : FATİH DAĞDEVİREN

Düşünceler ile dolu etrafım bu karanlık gecede. Her tarafta karanlık ile örülü duvarlar vardı, sanki elimi sürsem dokunacaktım. Yıllarca yaptığım hatta yapmaya çalıştığım işimden ötürü derim yaralar ile doluydu ve onlar bu gece daha fazla sancı veriyordu. İçimden bir ses son savaş olsun diyordu uyuduğumda öldürdüğüm askerlerin yüzü rüyalarımdan silinmeye başladı. Kalbimin soğuduğunu hissediyordum, çocukken duyduğum sevgi artık yoktu. Gençliğimde Dersaadetin, Galata güzelleri kalbimi çıkaracak kadar heyecanlandırırdı ama artık bu heyecanı hissedemez oldum. Şimdiye kadar tek bir güzelin gözleri kalbimi hızlandırmıştı. Kılıç kadar keskin sanki taaa yüreğimin en derinine saplanmıştı. Beni o yarayla bırakmış kılıcını gövdemden çekmemiş ve öylece bırakıp gitmişti. Ebedi uykuya çok erken dalmıştı ve artık vuslat hayal bile değildi. Onu her göremediğim gün kalbimin soğuması için yeterliydi. Her savaşta insan öldürdükçe ruhumdan bir parça öldürmüşüm diye düşünmeden edemiyordum. O güzelin aşkını yüreğimde yaşatmak için her savaşta hayatta kalma gayretiyle savaştım çünkü ölürsem onu hatırlayan tek kişi de ölmüş olacaktı ve ona dair bu dünyada bir şey kalmayacaktı. Şöyle dönüp baktığımda geriye sadece kitaplar kalmıştı, Yunus Emre’nin, Mevlana’nın ve Fuzuli’nin eserlerini çok kez hatmettim. Düşüncelerden sıyrılmak için Fuzuli’nin Leyla ile Mecnun eserini okumaya başladım. Mumun ışık huzmeleri kitabın sayfasına titreyerek yansıyordu gözlerimin ağırlaştığını hissediyordum. Kitabı masaya koyup mumu söndürdükten sonra uyumak için yatağıma uzandım. Mecnun’u Mecnun yapan sevdanın nasıl iç yakıcı bir şey olduğunu anlıyordum, uykuya dalmadan önce son hatırladığım şey onun gözleriydi, kılıç kadar keskin gözler. İçine girdiğim ve bir daha asla çıkamayacağımı bildiğim bir girdap olmuştu gözleri ve ben her gece gözlerimi kapattığımda girdabında boğuluyordum.

Mumu söndürmüştüm fakat bir yerden gözüme ışık geliyordu, gözlerimi açıp etrafa baktığımda kendimi tüy kadar hafif hissediyordum.Ayağa kalktığımda ışığa doğru baktım sonra tekrar yatağıma baktığımda yattığımı gördüm. Işık camdan çıkarak beni de peşinden sürüklüyordu camı açmadan içinden geçtiğimi gördüğümde şaşırdım. Peşinden yukarıya doğru uçuyordum, sanki arşa kadar çıktım. İstanbul’un güzellikleri yukarıdan daha güzel görünüyordu. Galatanın, Kız Kulesini izlemesi gibi sonsuza kadar buradan İstanbul’u izleyebilirdim. Sultan Ahmet gökyüzünde daha bir heybetliydi sanki içim ferahlamış, ışık huzmesi kapkara bir buluta dönüşmüştü. Bu karanlık heyulanın bir an bana karşı güldüğünü hissettim etrafa baktığımda ay hilal şeklinde İstanbul’un güzelliğine güzellik katıyordu. Karanlık bulut hızla aşağıya inmeye başlamış ben de ona doğru sürükleniyordum aşağıya doğru süzülürken Galatanın tepesinden geçtik. Yangın nöbeti için etrafı gözleyen iki kişiyi gördüm ama onlar beni göremiyorlardı ve Kız Kulesine doğru yol almaya başladık. Karanlık bulut Kız Kulesinin üzerinde bekliyordu, korkmuyor değildim ama sanki onu tanıyordum. Konuşmak istiyordum ama ne diyeceğimi bilemiyordum. Tam konuşacaktım ki Kız Kulesinin içinden geçip denize doğru ilerledik. Suyun ferahlığı tenime değiyor boğulmamak için nefesimi tuttum daha sonra buna ihtiyacımın olmadığını anlayıp nefes aldım. Suyun altına yere doğru ilerliyorduk çarpacağımızdan dolayı korkup gözlerimi yumdum ve her yer kapkaranlık oldu sanki varlıktan hiçliğe geçmiştim.Karanlık arttıkça arttı hiçbir yeri göremiyordum bir anda bir bıçağın üzerine ayaklarımın değdiğini hissettim sonra gözlerim bir anda her yeri görmeye başladı.Bir kuyunun içindeydik ama üzerimiz kapalıydı,kuyunun tam ortasından bölen bir bıçağın üzerindeydim. Etraf meşaleler ile aydınlatılmıştı ve duvarlara alevin titremesi yayılıyordu, duvarlarda ise şiirleri yazılmıştı sanki bu şiirler yaşıyor gibiydi, hepsinin bir hatırası ve sahibi vardı.

Bıçağın üzerinde olduğumdan sıratın üstünde gibi hissediyordum, kendi kendime acaba öldüm mü diye sormadan edemiyordum. Etrafta bu soruma cevap verecek bir kişi dahi yoktu. Karanlık bulut ise önümde beni bekliyor onun arkasından gitmemi istiyor gibiydi. Aşağıda acı ile inleyen kişilerin sesi kulaklarımı dolduruyordu. İnleyenlerden bazıları kendi isimlerini söylüyordu; benim adım Mevlana Şems aşkıyla yanarım, benim adım Kays herkes beni Mecnun olarak tanır kendi içimde Leyla’yı ararım onu gören bir çomara köle olurum, benim adım Ferhat aşkım için dağları delerim sen ne yaparsın burada ey âşık ruh hünerin nedir? Ayaklarımı kesen kılıcın üzerinde durmakta zorlanarak cevap verdim “Ben yazarım gamda kederde yazarım. Aşağıdan cevap gecikmedi “Yazmakla gamın azalır mı?” Seste daha çok merak vardı. Yine dengede durarak ve karanlığı takip ederek cevap verdim “Gamımı azaltmaz ey sesin gizemli sahibi, azaltsaydı benden önce nice ustalar yazdılar da kendilerine çare bulamadılar. Benim yaptığım Hz İbrahim’e su götürmeye çalışan karınca misali gibidir gam ejderhasını söndüremez.” Bu sözümden dolayı aşağıdakiler etkilenmiş olmalı ki bazı alkışların sesini duydum. Aşağıda Mecnun’un sesi duyuldu “Ben aşkımdan kayboldum, Leyla ile yek oldum senin böyle hünerin var mı o bıçağın üzerinde gezersin.” Tekrar cevap vermek için durakladım “Her gece rüya âleminden kovuldum ruhum cüzi miktarda dinlendi, bu aşkımdan dolayı uyku haram kılındı, aklıma karanlık çöktü.” Bu sözlerimden sonra karanlığı takip etmeye devam ettim acı veriyordu fakat büyük zevk alıyordum. Aklıma çöldeki develer gelmişti hani harase bitkisi canını yaksa da yemeye devam edermiş, ayağımın altındaki bıçak canımı yaksa dahi o karanlık bulutun içindeki kişiye ulaşmak istiyordum.

Aşağıdan yine bilinmeyen bir ses geldi “ Ben Yunusum aşkların en büyüğü ile yandım. Ey âşık olan ruh cevapların bizi mutlu etti yolun bahtın açık olsun” dedikten sonra ayaklarımdan aşağı akan kanlar durmuştu sanki ve daha hızlı ilerliyordum. Biraz çekinceli bir şekilde “Ey Yunus iznin olursa bir soru sormak istiyorum?” Yunus “Sözün pişirip diyenin işini sağ ide bir söz” mısrası ile cevap verdi. Merak ile “burası neresi siz neden aşağıdasınız” deyiverdim cahilliğimin bütün utancını bürünerek aşağıdan bazı alaycı kahkahalar geldi.

Yine Yunus’un sakinleştiren sesi duyuldu “Burası âşık sıratı, layık mısın değil mi diye kontrol ederiz, bizim aramıza girmek zordur. Şimdi ilerideki kapıdan çıkacaksın ve yok olup var olacaksın. Hiç olmadan var olamazsın” dedikleri aklımda yankılandı ama pek anlayamadım ve sonunda kapıdan geçtim. Burası da her yer gibi karanlıktı önümde ise o siyah bulut durdu ışık saçıp insana dönüşmeye başladığında her şey bir anda değişiverdi. Yüzü köpeğe benzeyen bir adamın üzerime koşması ile ışık sönmüştü ve bir kara bulut şeklinde uçuyordu. Bir acaibü’l mahluk bana öfke ile bakıyordu, elim otomatik olarak belime gitti ama kılıcım olmadığını anladım. Hızla üzerime koşup kendimi koruyamadan aşağıya itmişti, aşağıya doğru süzülmeye başladığımda tek bir dal gördüm elimin kesilmesi pahasına kılıcı tuttum. Acıdan dolayı çıkan çığlığım kuyunun her yerine ulaştı, O acayip mahluk ise vazgeçmeyecekti bıçağın üzerine basıp bana doğru gülerek yürümeye başladı. Elim kandan dolayı kaymaya başlamıştı. İnliyor ona öfke ile bakıyordum “ Seni öldüreceğim” dedikten sonra aşağıya doğru süzülmeye başladığımı hissettim. Yere düşmem sonsuz gibi geliyordu bakıldığında o kadar derin olmayan bu kuyu tezat bir şekilde yere hemen çakılmadım. Gözlerimi açıp baktığımda tam çarpacağımı gördüm, yere çarpmadan son anda havada asılı kaldım. Karşımda gülerek bana bakan yüzleri tıpatıp birbirine benzeyen iki kişiyi gördüm, ellerini bana doğru uzatmışlar onlar nasıl olduysa beni havada hiçbir şeyin yardımı olmadan tuttular. Ellerini indirip bana göz kırptılar daha sonra arkalarını dönüp gitmişlerdi, adımlarını bile aynı atıyorlardı. Yerden beni kaldırmak için birisi el uzattı.Kafamı kaldırdığımda Yunus Emre bana gülerek bakıyordu. Burada sıkışıp kaldım o bıçağın üzerine tekrar nasıl çıkacaktım.

“Burada sıkışıp kalmadın merak etme gel biraz sohbet edelim seninle” aklımın okunuşundan dolayı şaşırmıştım ama beni kaldırması için elini tuttum “Beni neden aşağıya itti üstelik bulutu da korkuttu” biraz ileri gittikten sonra duvarın yanına oturmuştuk. Aşıklar arasında büyük saygı görüyordu.

-“O gelen kişi senin rakibin, sevdiğin kişi çok önceden bir başkasının daha gönlünde de karanlık bir nokta olmuş ama o kişi bu sırattan geçememiş. Sen de geçemezsen onun gibi olursun” O garip mahlûk kişi aklıma geldiğinde kıskançlıktan dolayı sinirlenmiştim, eğer kılıcım yanımda olsaydı onu öldürebilecek hünerdeydim.

-“Buradaki herkes vuslata erişmiş kişiler mi?” diye sordum hafif bir gülümsemeyle tekrar bana baktı.

-“Sen kendi vuslatını imkânsız görüyorsun ama düşün bakalım vuslat sadece dünyada mı olur? Buradaki herkes vuslatına kavuşmuş mu bilmem ama o kapıdan geçemezsen burada yerin yoktur.” O kapıdan geçtikten sonra ölecektim galiba çünkü vuslatım sadece ahirette olabilirdi.

-“Bir daha o bıçağın üzerine çıkamam ki nasıl tırmanayım oraya kadar, bir şekilde çıksam bile o köpek yüzlüyü alt edemem.” Düşünürken kaşları çatılmıştı yaşlılığının getirdiği kırışıklıklar daha belli oluyordu.

-“Her şeyi senin yapacağın ne malum ki;

Takip edersen o karanlığı ya erişirsin vuslata ya düşersin gam çukuruna. Kudretin var diye övünme sen kovamazsın o köpek yüzlüyü, köpek istenmezse kapıda oradan kaçar o dakikada.” Bunu bir bilmece gibi söylemişti sonra bir şey demeden kalkıp gitti, ikizleredoğru yürümeye başladı. İkizlerin yüzleri bembeyazdı kusursuz yüz hatlarına sahiptiler burunları hafif kemerli fakat büyük değildi. Gözleri ise giydikleri kıyafet gibi simsiyahtı, kıyafetleri ise çok farklıydı üzerlerinde okuyamadığım yazılar yazılıydı. Birinin saçı siyah hafif kısaydı diğeri tam tezat bir şekilde kestane rengi saçları çok uzundu. Boyları ise fazla uzun değildi.

Söylenen şeyi ezberleyerek sürekli kendi kendime tekrar ediyordum, diğer âşıklar beni birazcık hor görüyor gibiydiler. Bana bakışlarında apaçık bir öfke vardı, o kapı bir eşikti. Anlaşılan orayı geçemediğim vakit saygı göremeyecektim. Bilmeceyi bulmaya çalışırken ellerimde ve ayaklarımda oluşan kesikler iyileşti.

Etrafa baktığımda ortada duran iki kişi ellerini uzatarak yerdeki siyah toprağa bir hasır sermişler ve saraydaki yemekleri yapan kişiyi kıskandıracak kadar güzel yemekler yapıyorlardı. Etraftaki âşıklar bu duruma alışık olmalılar ki hiç şaşırmadan izliyorlardı, Yunus Emre oturduktan sonra âşıklarda bir bir oturmaya başladılar. Ben yerimde hâlâ oturuyordum beni aralarına alacaklarını düşünmemiştim Yunus Emre beni çağırarak yanına buyur etti, sofrada her şey çok güzel görünüyordu yanına oturduktan sonra acıktığımı hissettim. Yemekleri yedikten sonra sofra geldiği gibi yavaş bir biçimde kayboluyordu, ikizler Yunus Emre’ye selamlar şekilde başlarını eğdiler aynı şekilde bu saygıyı Mevlana’ya da gösterdiler. Onlar kimdi? Bu ortaya çıkardıkları sofrayı nasıl kaybedebiliyorlardı? Bu sorular aklımda dolanırken yine aklım okunmuş gibi Yunus Emre bana cevap verdi.

-“O ikizler Harut ile Marut, onlar yıllar önce dünyada bir suç işlediler Allah ise onları cezalandırdı. Burada olduklarına göre bir tahminin olması lazım.”isimlerini duyduğumda hikâyeleri aklımda tekrar canlandı. Düşüncelerimden uyandıran bir ney sesi yükseldi,Mevlana ağzındaki neye üflemeye başladı zifiri kuyuya sanki huzur inmişti de duvarlarından selametin sesi yankılanıyordu. Ney sesi durduktan sonra bütün âşıklar huzura ermişlerdi, bazıları hicranlarını hatırlayarak ağlıyorlardı.

Ardından Yunus Emre bir nefes söyledi onun içindeki aşkın yansımasından dolayı kuyunun içindeki alevlerin harı yükseliyordu.

Hak cihana doludur, kimseler Hakkı bilmez
Onu sen senden iste, o senden ayrı olmaz

Dünyaya gelen geçer, bir bir şerbetin içer
Bu bir köprüdür geçer, cahiller onu bilmez

Gelin tanış olalım, işin kolayın tutalım
Sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz.

Zaten sarhoş olan âşıkların cezbesi artmıştı şiirin etkisiyle. Ah benim de aklıma gelmişti yine kılıç kadar keskin ve ışıltısıyla içimi yakan gözler. Meclisteki âşıklar Yunus Emre’yi ve Mevlana’yı kafaları önlerinde selamladıktan sonra geri geri yürüyerek duvarın kenarına gam ve dertlerini yalnız çekmek için oturmuşlardı. Kuyu yukarıdan bakıldığında küçük gibiydi ama burası çok büyüktü üstelik tam üstümüzde pencere gibi bir delik vardı. Ben de ayağa kalkıp selamladıktan sonra geri geri yürüyerek duvara geldiğimde pencereye baktım, sadece gökyüzü görünüyordu. İki melek pencereden baktığımı görmüş olmalılar ki bana doğru yürüyorlar, kısa saçlı sağ tarafıma oturdu uzun saçlı ise sol tarafımdaydı.

-“Bilmeceyi buldun mu?” Sağımdaki konuşmuştu solumdaki de onun sözünü devam ettirmeye başladı.

-“Bulsan iyi edersin, Peygamberin çizgisi buraya baktığında tekrar oraya çıkacaksın” parmağı ile sıratı gösteriyordu. Tekrar ettim bilmeceyi, bana hangi sırrı vermeye çalışıyordu. Diğeri düşünmeme fırsat vermeden konuşmak için atıldı.

-“Çizgi yarın buraya bakacak, asker acele et” şaşırmış bir şekilde ona baktım. Yarın tekrar oraya çıkacaktım ve eğer bilmeceyi bulamazsam ben de onun gibi olacaktım.

-“Köpek istenmezse kapıda, oradan kaçar o dakikada, yüzü köpeğe benzeyen kişi kimi takip ediyor” bana bakıp tek gözünü kırptı sonra ikisi de kalkıp gittiler, kıyafetleri simsiyah sanki cübbe gibiydi onlar yürüdükçe kıyafetleri dalgalanıyordu.

Bilmeceyi anlamıştım, eğer başaramazsam gam çukuruna düşecektim yani ulaşamamanın verdiği ıstırabın içinde yanacaktım. Benim gücüm yetersizdi o köpek yüzlü kişiyi ben değil, karanlığın kendisi kovmalıydı. Bilmeceyi çözdüğüm için sevinmiştim fakat ya karanlık o kişiyi kovalamazsa o zaman her şey sona erecekti. Bunu düşünmeden edemiyorum oturduğum yerden hâlâ pencereye bakıyordum. Konuşmanın üzerinden kısa bir süre geçmişti ki ay dolunay şekli ile pencerede göründü. Burada zaman ve mesafe çok farklıydı sebebi ise bence aşktı. Aşkın olduğu yerde hiçbir kavramın önemi var mıydı? Çizgiyi ilk defa görüyordum ayın yüzeyinde ayrılmış tekrar birleşmiş gibi ince bir çizgi vardı.

Âşıklarda dolunayı görmüş olmalılar ki ayağa kalktılar. Ben de kendime güvenerek ayağa kalktım oraya nasıl tırmanacaktım bilmiyorum ama vakit gelmişti. Pencereden karanlık bir bulut girdi tekrardan ona doğru bir çekim hissettim sanki kanatlarım vardı yukarıya hızlı bir şekilde uçmaya başladım. Kuyunun duvarlarını hızlı çıktığımız için göremiyordum. Sonunda nasıl olduğunu anlamadan yine bıçağın üzerindeydim ayağım bıçağa değdiğinde aşağıya doğru kanlar akıyordu. Siyah toprağın üzerine düşen damlacık haldeki kanları toprak acıkmış gibi saniyeler içinde yok oluyordu. Karanlığın arakasından adım adım yürüyordum. Köpek yüzlü acayip varlık yine kapıda bekliyordu. Korkmuyordum; ona doğru öfkeli bakışlar atarak yoluma devam ettim. Köpek yüzlünün elinde bu sefer kırbaç vardı, havada şaklattıktan sonra bana savurdu, tenimin üzerinde ince keskin bir yara oluştu. Bu kıl kadar ince kılıç ve acaibü’l mahlûkun elindeki kırbaç aşkımın verdiği ıstıraptan fazla acı veremiyordu, vücuduma değen her darbede ileriye bir adım daha atıyordum.

-“Bana yardım etmen lazım, onu oradan kovalamazsan artık ben olmayacağım” bunu yalvarır gibi kısık bir sesle söyledim. Karanlık bulut duraksamış, sonra kapının yanına gidip orada beklemeye başladı. O garip yaratılışlı köpek yüzlü insanı gördüğünde kaçacak sanmıştım ama ikisi de birbirine bakıyor gibiydiler. Kapıya neredeyse varıyordum. Bir anda karanlığın içinden bembeyaz ışık huzmeleri yayılmaya başladı. Meş’aleler bu ışığın yanında Süha yıldızı gibi kalmışlardı. Köpek yüzlü bir anda sanki acı bir şey yemiş gibi suratını ekşitip elindekini fırlatarak arkaya doğru gitmeye başladı, ben de adımlarımı daha hızlı atarak kapıya ulaştım. Birkaç saniye sessizlikten sonra aşağıdan çığlıklar yükseldi, başarmıştım. Işığın içinde kılıç kadar keskin bakan gözler bu sefer gülüyordu. Başardım artık vuslat olacaktı büyük bir sevinç yaşıyordum içimde.

Bir anda ışık yükselmeye başladı bende uçmak için zıpladım aşağıya son kez bakıp onları selamladım. Karanlık ile girdiğim yerden nurdan pareler ile çıkıyordum, var olmak için hiçliği görmüştüm. Çok fazla hızlandık etrafım tamamen karanlıktı sonra bir anda etrafım bilmediğim keskinlikte ışıklar ile doldu, gözlerimi sımsıkı kapattım. Bir anda ortam değişmiş sanki tekrar bir bedene girmiş gibi ağırlaştım. Gözlerimi açtığımda bir savaş meydanında elimde silah ve kılıç vardı. Yerde yatan düşman subayının cansız gözlerini gördüğümde kılıcı ondan aldığımı anladım. Etrafımda ise çok fazla ölmüş bedenin oluşturduğu halkanın ortasında bekliyordum. Bana doğru gelen düşmanı savuşturmak için bir yana manevra yaparak elimdeki subay kılıcını düşmana sapladım. Daha yeni üzerime canlı koşan beden ayaklarımın yanına yığılmış son nefesini veriyordu. Örümcek ağı gibi örülmüş bir sürü hendek vardı etrafta, gözüme bir tepe ilişti orada bana silahı ile nişan almış bir asker gördüğümde artık her şey için çok geçti. Mermi namludan ayrılmış bana doğru vızıldayan bir uçuşa başlamıştı, sol göğsüme aldığım darbe ile yere yığıldım. Bana hayat veren kırmızı sıvının sıcaklığı sırtımda ve göğsümde yayılmaya başladı. Her şeyin bittiğini anlamıştım, ağır ağır nefes alıyor boğazıma bir yumru oturmuş gibi hissediyordum. Renkler solmaya başlıyordu tam o anda kılıç kadar keskin gözler göründü sanki bana gülüyorlardı şimdi. Mim kadar küçük ve ince dudakları ile alnıma bir buse koyuverdi yüzü görünmeye başlamış ışık ile birlikte şekil alıyordu. Gözlerine bakarken Mevlana’nın sesi yankılandı.

-“Aslından uzak kalmış kişi, yine kavuşma zamanını arar durur”?

Son nefesimi o anda verdim. Ruhum sanki bir anda başka bir yere çekilmeye başladı. Kanatlarım yoktu ama ben artık çok hızlı uçuyordum. Sanki kâinatın en tepe noktasına varmıştım. O karanlık içinde birden titreyerek ve yüzümde bir gülümsemeyle gözlerimi açtım.

İstanbul’daki küçücük odamın içindeydim. Bunların rüya olmadığını düşündüm, bugün Plevne’ye ek birlik olarak gidecektim. Eşikten geçtikten sonra vuslat ile müjdelenmiştim. Vuslat olması içinde ölmem gerekiyordu bana geleceğim mi gösterilmişti? Aklımdaki soru yığınını bertaraf etmeye çalışarak üzerimi giyinmeye başladım. Dışarıya adımımı attım.Derin bir nefes alıp ciğerlerimi mis gibi bir havayla doldurdum.Artık ölüme dair hiçbir korkum yoktu, belki de ölüm benim vuslatımdı. Bildiğim tek bir şey vardı benim serencamımın buraya kadar olduğuydu.

Start typing and press Enter to search

Skip to content