KADİM BİR KÜLTÜR MANDALA

Print Friendly, PDF & Email

Her bir okuyucunun varlığına bin şükürle, yine sizlerleyim sevgiyle. Nedendir bilinmez diyemem, çünkü var bir sebebi elbette. Sebep gizli kalsın bende ama “Ahhh, ahhh!” diye başlamak ve seslenmek geldi içimden sizlere. Çünkü anneannemi anımsadım yine, geçmişten çıkıp geldi gözlerimin önüne. İşte, hikâyelerle yolculuğu köklerimi sık sık hatırlattığı, geçmişin seslerini duymama vesile olduğu için çok seviyorum. Anneannem, canım, onunla yaşarken kokladığım, hâlâ burnumun ucunda asılı duran taze sabun kokusuyla, beyazlar içinde, gülümseyen suretiyle yine benimleydi birkaç gün önce. Ancak bir silüet şeklinde. Bilir misiniz onları, uğurladığımız ruhları anımsadıkça, emanet sözlerini hatırladıkça daha çok var olacaklar hayatımızda. Ve son gibi görünen ölüm, yaşam bulacak bizlerde kalan yanıyla. İşte bu bir dönüşüm değil midir? Kalb ile bilmek, değişip dönüşerek hissetmek, ne güzeldir…

Sanırım yine kelamları birbiri ardına dizdim. Çünkü silüet dedim ölüm uyandı içimde, hatırlanmak deyince yaşam kelimesi kondu dilime. Şimdi ölümle yaşamı, anneannemden hatırımda kalan kelamlar ile bağlayacağım birbirine. Dili ve kalbi hep derdi ki: “ Şu koca âlem, döner durur duaların yüzü suyu hürmetine. Dualar da anlatır aslında bir hikâye.”

Hemen şuracıkta, Yahya Kemal Beyatlı’nın güzel sözlerini de aldım, kulağıma taktım. Hepimize fısıldayan bir küpe olsun diye de yazdım: “İnsan, âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar.” İşte geldik yine hayale, hikâyeye. Ancak bu sefer dualarda kondu dilime. Çünkü hayaller kurarız, hayalimizi duamıza katık yapar, hikâyemizi anlatır ve yaşarız.

Şimdi burada bir duralım ve şu soruya yanıt arayalım. Peki, hikâyelerimizin de hikâyesi var mıdır? Ya da siz hikâyelerin hikâyesini merak eder misiniz? Belki de hikâyemizin hikâyesinde bir anlam gizlidir, ne dersiniz? İşte bugünkü yazı tam da bu minvalde doğdu. Mandala hikâyem adeta kucağıma oturdu. Anlatacağım az sonra içimden döküldüğünce. Ve siz de tanışacaksınız, benim tanış olduğum gibi kadim bir kültür ile. Ama önce neden mandaladan bahsetmek istediğimin hikâyesini dinleyin.

Bir yazımda söylemiştim. Benden bana yapılan bir davetle yolculuğum başlamıştı. Nereye mi? Tabii ki masallar, hikâyeler âlemine ve oradan da en güzel hikâye olan kendime, kendimden de hepimize. Hayat bir merdivendir bence. Kimi vakit çıkar, kimi vakit inersin. Ama her inişinde biraz daha yükselirsin. Düşünsenize hem kaç kere küçülmüştür insan yeniden büyümek için sancıyla her dem?

İşte ben bu yolculukta bir sözü rehberim kıldım; merdivenimden indim, indim belki azar azar çıktım belki çıkamadım, çıktığımı sandım. Mevlana’nın şu sözünü kendime çok kez fısıldadım: “Şafağın sana söyleyecek sırları var, uykuya geri dönme. Gerçekten istediğin şeyi sormalısın, uykuya geri dönme. İki dünyanın birbirine dokunduğu kapının eşiğinden insanlar girip çıkıyor. Kapı dönüyor ve açılıyor, sakın uykuya geri dönme!”

Neydi bu cümledeki sır? İnsan uyurken mi uyuyor yoksa asıl uykuyu uyanıkken mi yaşıyordu? Böyle sırların peşinde dönüp dururken âlemin döngüselliği dikkatimi çekti. Önce fraktal desenler göründü gözüme, oldukça çarpıcı bir hâlde. Fraktal, kendine benzeme özelliği gösteren, sonsuza dek iç içe geçmiş kendini tekrarlayan şekillerdir. Geometri ilminde fraktaldan çok bahsedilir. Çünkü âlemdeki nesneler aracılığıyla bize ulaşan aslında kutsalın dilidir. Çok şey bilen ruhumuzla duymayı bilirsek evrenin gizemidir. İşte, doğanın estetiği, uyumu, ritmi, dengesi sanki fraktal ile bizlere iletilir. DNA sarmalında, salyangozun kabuğunda, arıların peteklerinde, lotus çiçeğinde, göz bebeğimizde, yaratıcının engin ve sonsuz ilminin, bizim anlayacağımız şekliyle, geometrinin imgesi yaşam çiçeğinde ve daha nicelerinde manevi özün gizemi gizlidir. Sonra baktım fraktal, insanın yaşam hikâyesinde. Her şey, aynı tekrarla dönüp dolaşıp başlangıca geliyor. Yapılan bu yolculuk değişip dönüştürüyor ve sürekli devam ediyor. Yolunda, yolculuğunda insan hayale dalıyor, hikâyesini kurguluyor ve dualar ile manevi özüne bağlanıyor.

Böyle günlerin döngüsünde, farkındalığımı artırmak hevesiyle bir atölye çalışmasına katıldım. Bu, daha öce adını okullarda, sırrını bilmeden fotokopilerle çoğaltıp boyattığımız çalışmalarda duyduğum Mandala Atölyesi’ydi. Ama mandala ve hikâyesi iç içeydi. O gün elimiz kalbimizde, niyetlerle başlamıştık geceye. Mandala için önce iç içe geçmiş beş çember çizdik ve içten dışa dualarla çizip, dualarla boyayıp şekillendirdik. Çalışma sonunda içime, yatağında usul usul yılankavi akan su misali huzur dolmuştu. O günden sonra ne zaman kabıma sığamazsam, bu beden bana dar gelse sığınırım duadaki şefkate, merhamete, duanın gücüne, hikâyenin ve âlemin döngüsünün gizemine. Kâh doğada toprakla, çalı çırpıyla, taşlarla mandalamı yapar, duamı haykırırım kâh kâğıtlara nakış nakış yazarım.

Mandalanın tarihi de oldukça eskidir. Birçok mağara duvarında, tarihi binaların tavan boyalarında mandala çizimleri kullanılmıştır. Sayısı azımsanmayacak kadar çok olan kültürlerde ise ruhani ritüellerde ve yine şimdilerde meditatif bir nesne olarak karşımıza çıkmaktadır. Ünlü psikanalist Carl Gustav Jung, mandala için “bilinçsiz benliğin temsili” demiştir. Kültürümüzde de Osmanlı ve Selçuklu motiflerinde, tasavvufta önemli bir yeri olan tezhip sanatında, annelerimizin ördüğü dantel örgülerde, eski Türk kadınlarının dokuduğu kilim motiflerinde mandala, içten gelen derinlikle, aşkla yaratıcısının yansımasını sunmuştur. Mandala için başlangıç kabul edilen ortadaki nokta, tefekkürün başlangıcı ile ilahi olana bağlılıktır, aşktır. Çizilen çemberler ise yaşamın döngüsü içinde ulaşılan bütünü yansıtmaktadır. Kısacası mandala Bir’den Bütün’e varmaktır, edilen dualar ile birlikte hayal kurup, yaşam hikâyemizi yazmaktır.

Dilerim mandalaya bakışınız benim hikâyem ile değişir. Bakış ki, nazarın kendisidir. Evrendeki her şey bir bakıştır, aynalar ise sadece tecelligâhtır. Söz döndü dolaştı nazarın önemine geldi, benim de içimde bir hikâye zuhur etti.

Zamanın birinde bir tüccar devesine yüklediği yüklerle, takılmış kafileye, varmışlar bir çöle. Çölde yol almak zordur, sıcağı yakıp kavurur. Dinlenelim deyip mola vermişler. Bizim tüccar biraz dinlendikten, susuzluğunu giderdikten sonra devesini bağlamış, keşfe çıkmış. Etrafı dolanmaya başlamış. İlerlerken, ağır ağır yürürken az ötede sanki bir bahçe görmüş. Ama ne bahçe! Hem de böylesine kurak bir yerde. Yaklaştıkça bahçeye tatlı bir rayiha ulaşmış burnuna. Mis gibi nar kokuyormuş ortalık. Bir bakmış, nar bahçesi. Ağaçlarda sallanan narlar tadından çatlamakta, toprak pırıl pırıl bereket saçmakta. Aman Allah’ım, diyerek iç geçirmiş. Şaşkınlığını gizleyememiş. Vakit de epey ilerlemiş. Bahçenin sahibiyle tanışamadan geriye dönüvermiş. Bedeni dönse ne yazar, ruhunu o bahçede bırakıvermiş. Her gün bahçeyi ve narları düşlemiş. Bu vaziyette aradan tam bir yıl geçmiş. Tüccar aynı kafile ile yine aynı yollara düşmüş. Bu sefer bahçenin sahibi ile tanışacağım diyerek umut etmiş. Ve mola verilmiş. Tüccar, heyecanla adımlarını atmış. Yorulmuş ama pes etmemiş. Sonunda bir bahçeye gelmiş gelmesine de, bahçe düşlediği daha önce gördüğü gibi değilmiş. Şaşkın tüccar ağaçlara, narlara, toprağa bakarken bahçenin sahibi kadın gelmiş. Sormuş ona: Ben geçen sene geldiğimde burada toprak bereket saçmakta, ağacın dalları narların ağırlığından yerlere yatmakta, narlar tadından çatlamaktaydı. Peki ya şimdi? Ne oldu bu bahçeye, ne değişti bahçede? Kadın oldukça sakin, bahçede gezinirken cevap vermiş: Toprak aynı toprak, ağaçlar ve narlar da aynı. Oysa bir tek sen farklısın. Değişen şey senin nazarındır, bakışının farkıdır.

Kıssadan hisse. Az sonra bir mandala çizmeye niyet ettim, bir kere daha sizlere yazımı ulaştıracak olmanın şükrüyle. Bakışımızın güzele döneceği, dilimizin dualar edeceği, mandaladaki gibi Bir’den Bütün’e ereceğimiz, aşkı bilerek yaşayacağımız günlere özlemle… Sevgiyle, sevgimle…

NOT: Hikâye, bir atölye çalışmasında, atölyeyi uygulayan anlatıcıdan dinlenip, yeniden yorumlanarak sizlere aktarılmıştır. Yani alıntıdır efendim. Teşekkürlerimle.

Start typing and press Enter to search

Skip to content