BENİM ‘DE’ OYUNCAKLARIM VAR

Print Friendly, PDF & Email

Uzuuuun bir yolculuk sonrası şöyle uzatmışsınız ayaklarınızı, sırtınızı dayamışsınız sizin için özenle ve özel ürünlerle hazırlanmış yastıklarınıza, etrafınızda sizin için pervane olan birileri var. Ağzınızdan tek bir nida çıkması yetiyor yanınıza gelmeleri için. Formülü dünyanın sayılı insanında bulunan özel bir içecekle besleniyorsunuz, yiyecekleriniz yine yalnızca size özel. Sonra sonra yumuşak bir ses duyuyorsunuz sanki size bir şey anlatıyor. Bu sesi ömrünüz boyunca nerede duysanız tanıyacaksınız, bir müddet her şeyi bildiğine dair inancınız asla sarsılmayacak, biraz daha geçince fikirlerini artık sorgulamaya bile başlayacaksınız ama ne olursa olsun sizin için hep özel biri olacak. Neyse, uzatmayalım, bu ses size bir şey anlatıyor. Anlatıyordu. Ne olduğunu hatırlıyor musunuz?

Belki birçoğunuz hatırlamıyor. Fakat şu an dilinizden dökülen kelimeler, evet işte onlar, bu sesin anlattığı şey işte. Hatırlamıyorsunuz, bizzat konuşuyorsunuz. O sesin size anlattığı şeyi konuşuyorsunuz, onu yazıyorsunuz. Eğer dünyaya gözlerinizi açtığınız andan itibaren o ses ya da başka biri size tüm o şeyleri anlatmasaydı siz muhtemelen bugün konuşamıyor olacaktınız. Böyle söyleyince kulağa biraz garip geliyor olabilir, insanların dil öğrenme mekanizmasından bahsediyorum aslında. Biz bir dili ona maruz kalarak öğreniyoruz. Gözlemler ve araştırmalar bebeklerin bir dili nasıl öğrenip konuşmaya başladıklarına dair bize oldukça ayrıntılı analizler sunuyor: Yeni doğanlarda ağlama olarak başlayan ses çıkarma olayı zamanla değişir, 2-5 aylık bebekler hoşnutluk ifade eden sesler ve gülümseme benzeri davranışlar gösterir, ilk yılın sonuna doğru çoğu bebek kelimeleri kullanmaya başlamıştır. Ve dikkat çekici bir nokta olarak bebekler dili kullanmadan çok önce kelimeleri ve cümleleri anlamaya başlar. İşte benim iddiam tam olarak bu noktada başlıyor: nasıl öğrenirsek öyle konuşuyoruz ve nasıl konuşuyorsak öyle yazıyoruz.

Masallar bir insanın en küçük olduğu andan itibaren sürekli maruz kaldığı seslerin grubuna giriyor. Ebeveynlerin gündelik hayata dair söyledikleri şeylerin yanı sıra bir tavşan tilki kardeşe doğru söylemenin ne kadar önemli olduğunu anlatıyor. Uzunca bir süre bu değerler eğitimi anlatılarına maruz kalınca doğru söylemeyi öğrenirken aynı zamanda teşekkür etmeyi de öğreniyor çocuk. Rica ederim, demeyi duyuyor mesela. Konuşmak önemli evet, davranışlarımız bir şekilde toplum içinde yaşamaya uygun olarak şekillenmeli, evet, bunun yanı sıra hangi kelimeleri kullanarak konuştuğumuz da önemli. Zira kelimelerin bir ruhu var. “Yalan söyleme!” demek ve “Doğruyu söyle” demek arasındaki farkı düşünmekle daha anlaşılır olabilir söylemeye çalıştığım şey; birinde itham ederken diğerinde telkin ediliyor.

Cümleler duyulur düzlemde önemli oldukları kadar yazıda oldukları halleriyle de önemlidir. Yan yana gelmiş bir takım şekillere yüklediğimiz sesler olarak düşünelim kelimeleri. Duyarken farkında olmadığımız birçok ayrıntının farkına yazıda varıyoruz. Kelimelere yüklediğimiz anlamlar elbette kültürel ve coğrafi olarak şekilleniyor, bu başlı başına sayfalarca tartışılabilecek bir konuyken ben hemen akabinde bu kelimelerin bir de yazılı bir düzlemdeki hallerinden bahsetmeye başladım. Bu da yine başlı başlına tezler dolusu konuşulabilecek bir konu. Bir yazı nasıl yazılır, değil ama konumuz, dikkatinizi çekerim, konuştuğumuz dili nasıl yazarız? Konuştuğumuz şeyi nasıl yazarız? Meselemiz bu. Yalnızca kelimelerin değil kağıt üzerindeki her bir noktalama işaretinin hatta her boşluğun bir sesi vardır. Biz bir yazıyı okurken yalnızca kelimeleri değil aralarındaki boşlukları da okuruz. Onların sesi kelimelerin sesinden daha farklıdır, belki bu yüzden şimdiye kadar onları fark etmemiş olabilirsiniz ama bir yazıyı bütün hale getiren şey kağıt üzerine düşürülen her bir ayrıntıdır. Ama zannediyorum ki duymaya alışık olduğunuz bir tartışma da mevcut: dahi anlamındaki –de ayrı yazılır. Ek olan –de’den bahsederken aslında yazıda haksızlık edilen tüm eklere ve yazım yanlışlarına selam ederim. Amacı yalnızca karşısındakinin hatasını belirtmek ve kendi üstünlüğünü üstü kapalı olsa da karşıya dayatmak isteyen o “-de ayrı bi kere!” diyen ukala tip ben değilim. Benim burada söylediklerimi dili için gerçekten endişelenen birinin endişelerinin dışavurumu olarak almanızı rica ediyorum. Bu basit gibi görünen ama konuştuğumuz dili temiz bir şekilde aktarabilmenin yegâne yolu olan “yazı”yı arı bir şekilde saklamanın tek yolu. Dilimizi güzel konuşmak ve konuştuğumuz dili doğru yazmak vatandaşlık görevlerimizden biri olmalı. (“doğru konuşmak”la kastımın ağız, şive ve aksan gibi dilin zenginliğini oluşturan kültür coğrafyasının ürünlerini eleştirmek olmadığını anladığınızı varsayıyorum.) Bu dil ile inşa ettiğimiz masallarla, öykülerle, anlatılarla mirasçısı olanların zihnine nüfuz edeceğiz ve nasıl edersek öyle kalacak. Güzel ve doğru bir iz bırakabilmek ümidiyle, dahi anlamındaki –de’yi ayrı yazalım. Sevgiler!

ŞEYDA SULTAN DURU

  1. Yönetmenliğini Yılmaz Erdoğan ve Ömer Faruk Sorak’ın yaptığı “Vizontele” filminden bir replik.

Start typing and press Enter to search

Skip to content