Sayı 27

Ağzı Ateş Püskürmek

Bir varmış bir yokmuş. Var varmış amma yokun yokluğunda varlığını söylemek çok ayıpmış. Dağların ardında bir köy, köyde bir ev, evde bir fare, farenin yuvasında bir parça peynir. Peynir koktukça evdeki kedi huzursuz olur, miyavlarmış, o miyavladıkça sahibi acıktığını zanneder önüne yemek koyarmış. Kedi yemiş, yedikçe şişmanlamış, tombalak bir kedi olmuş. Tombul tombalak kedi, kedi yemekleri yedi, yerinde yeller esti. Nerde kedi, nereye gitti. Ebelek gübelek, kedi puf diye gelecek.

O gele dursun biz masalamıza başlayalım. Bugün sizlere ağzından ateş püskürmek masalını anlatacağım. Aslında bu bir deyim. Ve bu deyimin nasıl ortaya çıktığını öğreneceksiniz bu masalla.

Çok uzun zaman önce, bundan yıllar yıllar, günler haftalar, haftalar aylar önce bir memkelette her işini parayla gördürebileceğine inanan zengin mi zengin varlıklımı varlıklı, altınının, büyük ve küçük baş hayvanlarının sayısını bilmeyecek kadar mal sahibi varmış.

Aynı memleketin bir kadısı varmış ki dürüst, adil, asla hak geçirmeyen, verdiği kararlarla herkesin hakkını gözeten, adaletten kıl kadar ayrılmayan bir kadı imiş.

Herkes kadının bu dürüstlüğünden ve adaletli tavırlarından o kadar memnunlarmış ki, bir davaları olsa da kadının huzuruna gitsek adaletle hükmettiğini görsek diye can atarlarmış.

Ancak bu zengin adamın işleri hep eğri büğrü imiş. Hani eskiler derler ya çok laf yalansız çok mal haramsız olmaz diye İşte o hesap bizim bu zenginin bu kadar çok malının olmasının temelinde de biraz cık sıkıntı varmış.

Onca tarlasına, o kadar malına ve mülküne rağmen şehrin girişinde bulunan taşlı tarlaya gözünü dikmiş ve o tarlayı almayı arzulamış. Yatıyor kalkıyor taşlı tarla diyormuş. Adamlarını keşfe göndermiş, kendisi gitmiş, tarlayı ölçmüş, biçmiş, kendi kendine kafasında türlü hesaplar yapmış. Tarla hemen şehrin girişinde olduğu için etrafı açıkmış. Kendi kendine her iki günde bir gelir tarlanın karşısına geçer beraberinde adamlarına getirttiği sandalyeyi tarlanın bir ucuna koydurur, sonra çay demletir, hem çay içer, hemde tarla üzerinde planlar yaparmış.

Aslında o kadar büyük bir tarla da değilmiş. Altı üstü beş dönüm bir tarlaymış. Hem de taşlısından. Yani ne ekerseniz ekin hasadında zorlanacağız, taşlarını temizlemeden hiçbir şey ekemeyeceğiniz, taşlarını da öyle kolay kolay temizleyemeyeceğiniz bir tarlaymış.

Yaptığı araştırmalardan tarlanın bir öksüzle bir yetime ait olduğunu öğrenmiş. Başlamış gülmeye. “Ohoo ben onları dünden kandırırım. Bu tarlaya sahip oldum gitti. Hemen getirin bakalım şu öksüzle yetimi benim huzuruma” diyerek adamlarına emir vermiş.

Tarlanın sahibi olan iki kuzenden biri babasını kayettiği için yetim, diğeri anasını kaybettiği için öksüz imiş. Zengin mal sahibinin adamları hemen bu yetimle öksüzün yanına gelerek onları ağalarının çağırdığını söylemişler.

Yetim olan oğlan yirmi yaşlarında imiş ve “bizim ağayla ne işimiz var kardeşim gidin işinize” diyerek onları reddetmiş, gitmemiş ağanın yanına. Öksüz de, yetim kuzenine uymuş oda gitmemiş.

Bu duruma çok sinirlenen ağa hemen adamlarına emir vermiş, yaka paça getirmişler yanına. Öksüz ve yetimi biraz da tartaklamışlar. Ağa taşlı tarlaya talip olduğunu söylemiş ve eklemiş.

“tarlanızın değeri pek yok. Taşlı bir tarla ama ben alıp değerlendireceğim. Hem siz bu yükten kurtulacaksınız, bol paranız olacak, hem de bir daha bu tarlanın derdi ile üzülmeyeceksiniz. Satıyorsunuz bana bu tarlayı” diyerek kibirle yüksekten yüksekten konuşmuş.

Hem öksüz, hem yetim tarlayı satmayacaklarını, bu tarlanın babalarından ve analarından yadigar kaldığını gerekirse taşlarını temizleyip kendilerinin ekeceklerini söylemişler. Ağa buna çok hiddetlenmiş. Bağırmış, çağırmış, tehditler savurmuş.

Öksüz ve yetimin gözünü bir iyice korkutmuş. Sonrada “size yarın sabaha kadar süre tanıyorum. Kararınızı verin yoksa evlerinizi başlarınıza yıkar dünyanızı ters çeviririm. Siz benim kim olduğumu biliyor musunuz?” diye öfkeyle, ağzından köpükler saçarak konuşmuş.

Öksüz ve yetim evlerine geldiklerinde çok üzgün ve korku içinde birbirlerine sokulmuşlar ve ne yapacaklarını düşünmeye başlamışlar.

Eskiler derlerdi sevgili dinleyiciler. “Garip kuşun yuvasını Allah yapar”, “Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste” diye bir birinden güzel sözlerle ikaz ederlerdi. Sabaha kadar öksüz ve yetim gözyaşları içinde ağlamışlar, Allaha yalvarmışlar, bir yol göstermesi için yakarmışlar.

Sabaha karşı Öksüzün aklına bir fikir gelmiş. Yetime dönerek hemen “Biz niye üzülüyoruz ki, şehrimizde çok adil bir kadı var, kalk ona gidelim ve derdimizi ona anlatalım Belki o bize bir çare bulur” demiş.

Bu fikir yetimin çok hoşuna gitmiş ve hemen kalkıp kadılık makamına gelmişler. Henüz çok erken olduğu için kimse gelmemiş kapıda beklemeye başlamışlar.

Meğero gün kadı efendinin uykusu kaçmış, sabaha kadar kötü kötü düşünceler içinde bir sağa bir sola dönmüş, sebebini bir türlü anlayamamış. Bir şeyler oluyor bu şehirde, ben bu kadar huzursuz isem mutlaka adaletsiz bir şeyler oluyor diyerek kendi kendine erkenden kalkmış, söylene söylene kadılık makamına doğru yürümeye başlamış.

Bakmış ki kapıda iki genç sabahın seherinde titreşerek beklemekteler. Hemen yanlarına varmış ama kendisini tanıtmamış. Tabi Öksüz ve Yetim daha önce kadı efendiyi hiç yakından görmedikleri için hemen tanıyamamışlar.

“ne oldu siz de mi kadıyı bekliyorsunuz gençler” diye sormuş yine kendini tanıtmadan. Öksüz “Evet bizde kadı efendiyi bekliyoruz.”

Kadı merak etmiş. Çocukların kendisini tanımadıklarını da görünce daha rahat hareket etmeye başlamış. “Hayırdır sizin davanız nedir?” diye sormuş.

Yetim “Kadı efendiye anlatacağız, başkasına değil” diyerek itiraz etmiş. Kadı efendi ısrar etmiş ve demiş ki, “Canım bende hukukla ilgili, adaletle ilgili epey tecrübe sahibiyim. Hele siz derdinizi bir söyleyin bakalım. Belki ben size yardımcı olurum, kadıya nasıl anlatacağınızı derdinizi davanızı nasıl söyleyeceğinizi tarif ederim”

Böyle söyleyince birbirlerinin yüzlerine bakan öksüz ve yetim bakışlarıyla anlaşarak, başlarına geleni bir bir anlatmışlar, kendisini tanıtmayan kadı efendiye. Kadı efendi dikkatli bir şekilde bu öksüz ve yetimin anlattıklarını dinlemiş. Sonra da gelin benimle diyerek kadılık makamının merdivenlerinden çıkmış.

Cebinden çıkardığı kocaman bir anahtarla kadılık makamının kapısını açmış, sonra içeriye girmişler. Çocuklar şaşırmışlar tabi. Buranın görevlisi filan zannetmişler. Ama bir de ne görsünler. Kadılık makamının kürsüsünün üzerinde duran ve şehrin kadılığının alameti olan kocaman sarıklı bir başlığı yerinden almış ve başındaki takkeyi çıkartarak o kocaman kadılık alameti olan sarığı takmış kafasına, sonra yakaları kürklü ve kadılara has cübbesini giymiş, sonra da kadılık rahlesinin ardına geçip oturmuş.

“Gelin bakalım çocuklar, şöyle sağ yanıma oturun. Siz beni tanımadınız ama ben bu şehrin kadısıyım. Hani sizin adaletine güvenerek geldiğiniz kadı benim. Şimdi görevliler gelir, sizin o tarlanıza göz diken zengin ağayı da getirtiriz huzurumuza bir de ondan dinleriz.” Diyerek onları teskin etmiş. Tabi çocuklar çok heyecanlanmışlar.

Bir müddet sonra kadılık makamında çalışan görevliler, kolcular, karakollukçular, askerler gelip kadı efendinin karşısına dikilmişler ve “Emru ferman kadı efendimizindir. Şehrin asayişi berkemaldir, sabaha kadar vukuat olmamıştır. Herkes huzur ve sükun içindedir” diye güya rapor vermişler. Kadı efendi önce karşısında duranlara şöyle bir bakmış öfke ile ve hemen gürlemiş.

“Behey akılsız görgüsüz kör gözlü ahmaklar. Şehrimizde bir öksüzle bir yetime eziyet edilir, zulmedilir, onların hakları ellerinden alınır siz hala asayişin berkemal olduğundan bahsedersiniz. Yıkılın karşımdan gidin bana o zengin olacak ağa bozuntusunu getirin, yetime ve öksüze zulmetmenin ne demek olduğunu bir sorayım ona”

Hemen görevliler koşturarak ağanın konağına varmışlar. O güne kadar kadılık makamına hiç gitmeyen, kendi yerine hep vekillerini kese kese altınlarla gönderip devlet dairelerinde işlerini halleden ağa yine öyle olacağını zannetmiş. Hemen adamlarından birkaç tanesine birkaç kese altın alarak kadıya götürmelerini ve kendisini gelemeyeceğini söylemelerini, ne gerekiyorsa yapmasını rica ettiğini söylemelirini istemiş.

Ancak kadılık makamından gelen görevliler bunun mümkün olmadığını kadı efendinin bizzat kendisini çağırdığını söylemişler. Zengin çok öfkelenmiş ve kalkmış en güzel, en gösterişli elbiselerini giymiş. En güzel sarığını sarmış, en güzel çarıklarını giymiş ve zenginliğini gösteren kaba, büyük elmas taşla süslenmiş yüzüğünü takmış, sonra büyük devlet adamları ile görüşmeye giderken özellikle kullandığı ve yine özel olarak yaptırdığı som altından, üzerinde kuş gözü kadar onlarca elmasın, zeberced ve yakutun parladığı dişlerini takmış ağzına. Gülümsediği ve ağzını açtığı zaman altının sarılığından sanki ağzında ateş yanıyormuş gibi bir görüntü oluşuyormuş.

Kadının huzuruna gelmiş. “beni çağırtmışsın kadı efendi” diyerek kibirli bir şekilde karşısına dikilmiş.

Kadı efendi adalet makamında olduğu için önce “Ya Sabır” diyerek ses çıkarmamış ve hemen sormuş. “Sen bu öksüz ve yetimin tarlasına talip olmuşsun. Tarlanın yanında bunlara eziyet etmişsin. Satmazlarsa onlara daha fazla eziyet edeceğini, dünyalarını zindana çevireceğini, evlerini başlarına yıkacağını söylemişsin.”

Zengin ağa hemen bile bile ve kasıtlı olarak ağzını kocaman kocaman açıp gülerek konuşmaya başlamış. O ağzını açtıkça ışığın vurduğu altının parıltısı, elmasların, yakutların ve zebercedlerin ışıltısı sanki ağzından ateş saçıyormuş gibi bir his uyandırıyormuş.

“Haşa kadı efendi sadece tarlalarına talip olduğumu söyledim, sonra da satmaları için para teklif ettim o kadar. Hem ben bunların tarlalarının yerini bile bilmiyorum. Birde yalan söylüyorlar tarlalarına gitmişim de, tarlanın yanında onları tehdit etmişimde… Küllüyen yalan, iftira kadı efendi”diye üste çıkmaya çalışıyormuş. Tabi çocuklar çok üzülmüşler.

Kadı efendi dönüp çocuklara “Bu adamın sizi tehdit ettiğine dair deliliniz varmı çocuklar” diyerek sormuş. Tabi yanlarında sadece zengin ağanın adamları olduğu için ki onlarda ağadan yana olacakları için boyunlarını büküp “Hayır efendim sadece kuşlar ve ağaçlardan başka şahidimiz yok. Birde Allah’tan başka”

Zengin ağa sinsi sinsi tebessüm ediyor ve kadının ne yapacağını merakla bekliyormuş. Kadı efendi hemen görevlilerden birini çağırmış ve demişki.

“Evladım gidin filanca yerdeki taşlı tarlanın yanında bulunan ağaçlardan birkaç dal getir, bir de o ağaçlarda tüneyen kuşlara söyle kadı efendi sizlerden bir sözcü istiyor, yanına çağırıyor, öksüz ve yetimin şahitliğini yapacaksınız diyor deyin” diyerek adamı tarlaya göndermek üzere emir vermiş.

Bu sırada zengin adam büyük öfkeyle ve bağıra bağıra  hemen atılmış. “O tarla taşlı etrafında da ağaç yok ki kuşlar konsun. Hem o tarla taaa şehrin girişinde bu adamın oraya gidip gelmesi yarım gün sürer, burada öylece bekleyecek miyiz. Benim işim gücüm var kadı efendi” diye bağırarak atılıvermiş. Öyle öfkelenmiş ki, her ağzını açtığında, ağzındaki altın dişlerden ve üzerindeki elmas ve yakut taşlardan sanki ateş çıkıyormuşçasına parıltılar etrafa saçılıyormuş.

Kadı efendi büyük bir sükunetle adama dönerek “asıl yalancı sensin. Demek mahkemeyi yanıltmak istersin. Üstüne üstlük ağzından ateş püskürtürsün öylemi. Sen istediğin kadar ağzından ateş püskürt, ateş olsan cürmün kadar yer yakarsın.” Diyerek kararını açıklamış

Hemen zengin ağayı falakaya yatırmalarını, söylediği her yalana karşı on değnek vurmalarını, vurdukları her değneğin karşılığında kendisinden yüz altın alıp bu öksüz ve yetime tazminat olarak ödemelerini emretmiş.

Ağa çok korkmuş tabi hemen ağzını kapadığı elini çekerek gülümsemeye ve özellikle  dişlerini göstererek kadı efendinin üzerinde tesirli olmaya çalışmış. Bunun üzerine kadı efendi,

“Ağzından ateş püskürse bile kararımız kesindir” diyerek kararını bildirmiş.

Ağayı herkesin önünde falayaka yatırmışlar. Vurmadan önce söylediği yalanları, öksüz ve yetime yaptığı eziyeti, bugüne kadar çaldığı, haksız yere kazandığı, haksız yere insanların canını yakarak elde ettiği tüm malları da bir bir açıklayarak sahiplerine iade edileceğini açıklayan kararı okumuşlar halka.

Sonra başlamışlar değnekleri vurmaya. On tane sopanın sonuna gelindiğinde ağanın ayaklarının altı kabarmış, şişmiş ve su toplamış. Yere basamaz olmuş.Uzun müddet dizlerinin üzerinde sürünerek yürümüş.

Tabi ondan aldıkları bin altınla öksüz ve yetim o taşlı tarlayı bir güzel düzeltmişler taşlarını toplayıp tarlanın etrafına güzel bir duvar örmüşler, tarlanın bir kenarına güzel bir ev yapmışlar, ondan sonraki ömürlerini bu evde huzur içinde geçirmeye başlamışlar.

Ayakları şiştiği, su topladığı ve patladığı için yürüyemeyen zengin ağayla çarşıdaki dükkanlarından birinde karşılaşan adaletli kadı, ağanın haline bakarak acımış ve istihza ile tebessüm ederken, “Öksüzün ve yetimin malını yemeye çalışan adamın çekeceği ceza daha dünyada iken başlıyor, süründürüyor Mevlam” diyerek yanından uzaklaşmış.

O günden sonra öksüz ve yetim mutlu mesut ve bahtiyar yaşayıp gitmişler. Zengin ağa da kaybettiği bin altının üzüntüsünden akli melekelirini yitirmiş. Henüz ayakları bile tam iyileşemeden bir meczup olmuş. Sokaklarda dolaşmaya ve “altınlarım, altıncıklarım, paralarım, paracıklarım, cıcıklarım, ıcıklarım, cücüklerim, bık bık baaaaak” diye tavuklar gibi gıdaklayarak gezmeye başlamış.

Degilmi ya çocuklar ne demişti büyüklerimiz “alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste”

Bu masalda burada bitti

Gökten üç elma düştü, üçü de bu masalı dinleyen çocukların başına olsun.

İlgili Makaleler

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu

Reklam Engelleyici Algılandı

Lütfen reklam engelleyiciyi devre dışı bırakarak bizi desteklemeyi düşünün