Sayı 27

Abayı Yakan Derviş

Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, sakla derler samanı, gelir elbet zamanı. Gelse de bir gelmesede bir diyen çekirgenin akibeti aslında yanlış bilinir. Bir zıplamış, iki zıplamış, üçüncüsünde daha yükseğe zıplayarak tepelerin ardındaki uçsuz bucaksız ovaları görmüş. Hadi bana eyvallah diyerek çıkmış yola. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, altı ay bir güz gitmiş, sonra da varacağı yere vararak mesken tutmuş. Ev yapmış, çoluk çocuk sahibi olmuş. El alemde onu tembel olarak hatırlarmış hep.

Tembel tembel teneke, tıngır mıngır teneke, tenekenin tınısı dama çıktı hılısı. Hılısının adı yok, ardından kovalayanı çok. Sen hılı, ben hılı nerde bunu mıhı.

Bir at aldım dorudan
Aman deyim depiğinden, huyundan,
Sırtında yelesi yok
Ayağında tırnağı çok.

Dokunsan yüzbin bit düşer
Ardında piresi çok.
Dedim at çekermisin
Dedi kırk yılda bir

Dedim at arpa yermişin,
Kırık ve kaynamış olmazsa yemem dişlerimi kırar.
Dedim ad ne işe yararsın
Dedi uyuzum hiçbir işe yaramam.

Kahyaya koştum, ağaya açtım, paşaya kaçtım. Atı sattım üç kuruşa, o parayla aldım bir maşa, maşayı ocağı soktum ateş korktu, bucağa soktum gölge korktu, cebime soktum yılan oldu beni ısırdı.

Var varanın dur duranın sonu gelmez bu tekerlemenin. En iyisi biz burada duralım, masalımıza başlayalım.

Uzak diyarlardan bir diyarda, ben diyeyim kaf dağının eteklerinde, siz deyin kaf dağının ardındaki dağların doruklarında adsızlar ünsüzler ismiyle bilinen bir tekke varmış. Bu tekke de adını bulamamış, ününü yitirmiş kim varsa eyleşir, sessiz sedasız bir şekilde kendilerine verilen işleri yapar, tespihlerini çeker, namazlarını kılar kendilerini terbiye etmek için çalışır dururlarmış.

Tekkenin adetidir, sabah namazından sonra büyük salonda herkes toplanır. Tekkenin şeyhi edeb dersi verir, orada bulunan adsızlar, ünsüzlerde bu dersi dinler nefislerini terbiye etmek için yeni şeyler öğrenirlermiş.

O diyarların kışı çok çetin geçermiş. Öyle ki daha ağustosun ortasında kar taneleri toprağa düşmeye başlar, bir sonraki mayıs, hatta haziran ayı ortalarına kadar kar yerde kalır, buz tutarmış. Hem nasıl buz olurmuş biliyor musunuz çocuklar. Hani cam gibi derler ya işte öyle. Çatıların kenarlarından sarkıtlar aşağıya doğru adam boyunca iner kalın kalın kış sonuna kadar orada asılı dururlarmış. Karanlıkta tavana asılmış yarasalar gibi öylece bekleşirlermiş. Yerdeki karın kalınlığı kimi zaman dam boyunu geçermiş. Tekkenin içindeki evlerden evlere açılan ve karların arasında adeta bir tünel gibi uzayan yollardan gidilip gelinirmiş.

Bu tekkenin şeyhinin ismi Hılhılı şeyhmiş. O da eskiden çok ünlü biriymiş ama daha sonra ünsüz ve adsız olmuş. Sonra yolu buraya düşmüş. Kendi başına bu dergahı kurmuş ve kendisi gibi adını, ününü kaybetmişleri etrafına toplamaya başlamış. Zamanla burası orta halli bir kasaba gibi görünmeye başlamış. Bir zamanlar çok ünlü olupta bir şekilde gözden düşen ünsüzler ve adsızların mekanı olmuş buralar.

Hılhılı şeyh zaman içinde kendini çok geliştirmiş ve artık erdemli bir insan oluvermiş. Bir bakışta karşısındakinin niyetinin ne olduğunu, nasıl bir insan olduğunu anlayıveriyor ama kapısına gelen kim olursa olsun geri çevrilmediği için onu da aralarına alarak eğitmeye, talim terbiye metodları doğrultusunda ünsüz ve adsız bir adam yapmaya çalışıyorlarmış.

Kış gecelerinin uzunluğu ve sohbet meclisinde, mescitte oluşan halkaların keyfi hiçbir yerde olmadığı için buraya kapılanan dervişler, bütün paralarını Hılhılı şeyhin, dergaha harcaması için ortalığa bırakırlar ve kimse bu paralara dokunmaz, el süremezmiş. Çünkü orada yaşadıkları sürece paraya ihtiyaç duyacak hiçbir aktivite olmadığı için paraya gerek duymazlarmış.

O gün akşamda hılhılı şeyh çok güzel bir konuda ders anlatmaya başlamış. Öyle güzelmiş ki anlattığı ders bütün adsız ve ünsüzlür büyük bir dikkatle hılhılı şeyhi dinliyorlarmış. Dışarda çok şiddetli bir soğuk, kar, bora fırtına, içerde sıcacık oda ve yanan ocağın başında yapılan ders.

Öğrenciler yüzlerini ders anlatan şeyhlerine çevirmişler, sırtlarını da gürül gürül yanmakta olan ocağa öylece ders dinliyorlarmış. Her zaman böyle dinlerlermiş dersi zaten.

Bu arada sevgili dostlar Hılhılı şeyhin olurda dergahına kapılanan kim olursa olsun hemen kendisine bütün giysilerinden soyunmasını dış dünyadan ne getirdiyse kapının dışında bırakmaını söylerler. Sonra da dergahın terzihanesinde dikilmiş olan cepsiz, düz bir takım elbise verirlermiş. Üzerine de kalın yünden dokunmuş keçe gibi ağır ve içerden dışarıya sıcağı, dışardan içeriye de soğuğu geçirmeyen bir aba verirlermiş.

Uzun ve soğuk kış günlerinde bu abaya bürünürek derslerini dinlerler böylece de üşümezlermiş. Yani o aba hem bir kışlık giysi, hem bir yorgan, hem üzerine oturdukları sergi imiş. Bir çok amaca yönelik olarak kullanırlarmış.

Dersin olduğu günde dervişler abalarına sarılmışlar, sırtlarını ocağa vermişler ve büyük dikkatle şeyhlerini dinliyorlarmış.

Ocağın yanında oturan dingilburan isimli dervişin abası da yeni abalardan çok güzel bir abaymış. O da büyük bir dikkatle şeyhini dinliyor ve dersin hiçbir anını kaçırmak istemiyormuş.

Dingilburanın bir huyu varmış ders dinlerken sallanırmış. Öne arkaya, sağa sola sürekli sallanır ve öyle ders dinlermiş. İşte derse o kadar kaptırmışki kendini sallanırken, sallanırken ocağa doğru yaklaştığını farkedememiş.

Bu sırada da ocakta kalın kütükler çatır çutur sesler çıkararak yanmaya devam ediyorlarmış. Dingilburanın abasının eteği de ocağın hemen ağzına doğru yayılmış, öylece duruyormuş. Birden ocaktan sıçrayan bir kıvılcım, dingilburanın abasının üstüne düşüvermiş. Kimse farketmemiş tabi bu kıvılcımı, minik bir odun parçası kor gibi abanın üstüne düşünce yünden abayı tutuşturmuş, içten içe yakmaya başlamış. Az sonra dingilburanın abasından çıkan dumanı ve alevleri görenler hemen başlamışlar bağırmaya.

“Dingilburan abayı yaktı, dingilburan abayı yaktı. Abayı yaktı, abayı yaktı” diye.

Dingilburan hemen eteklerini toplamış ve ders yaptıkları salonun dışına koşarak çıkmış. Yanmakta olan abayı kar yığınlarının üstüne atarak karın içine gömüvermiş. Tabi aba sönmüş, yanmayı bırakmış ancak dervişlerin hep bir ağızdan söyledikleri “abayı yaktın, abayı yaktın” feryatları o günden sonra dillerden düşmemiş.

Kim bir konuya, bir insana, bir eşyaya çok dikkatle bakar, bağlanır ve tutulursa, ona bu tutkusundan dolayı abayı yakmış denilmeye devam edilmiş gelmiş.

İşte bugüne kadar gelen abayı yakmak deyimi de buradan gelmiş.

Bu masalda burada bitmiş. Gökten üçe elma düşmüş, birisi anlatanın, birisi dinleyinin diğeri de adsızlar ve ünsüzler tekkesinin başına olsun.

Bir başka masalda buluşmak üzere…

İlgili Makaleler

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu

Reklam Engelleyici Algılandı

Lütfen reklam engelleyiciyi devre dışı bırakarak bizi desteklemeyi düşünün