Zamanın birinde, YILDIZLAR

Print Friendly, PDF & Email

Arzu Gözel

Dünya üzerinde medeniyetin başladığı tarihten itibaren yıldızlar hep vardı, hep gökyüzün de parlamaktaydı.

İnsanoğlu için Yıldızları BİLMEK gerekirdi.

Yıldızları bilmek zaman ve yönler için çok önemliydi. Mevsimlerden yıldızlar haber verirdi. Gece ve gündüzü yıldızlar tayin ederdi. Yıldızlar insan için pusulaydı, takvimdi kimi zaman, şairlere ilham, aşıklara şahitti her zaman..

Bir yıldız gökte saadetin adıdır yerde ki insan için,

– Açmayan goncaların karanlık tarlasında bir Çolpan,

– Karalığın kudurmuş ağzında bir Sitare,

– Aşıkları ayakta tutan dağlar gibi Kutup Yıldızı,

– Umutları hüzünle büyüten bir Kervankıran,

– Aşkı mecaziden aşkı hakikate giden yolda bir Mecnun dur yıldızlar

demişken, 5 yıldız 5 derleme… Kimine göre efsane, kimine göre hikaye… Ama hepsi birer kıssadan hisse…

** Çolpan / Zühre / Çoban Yıldızı

– Derler ki, aşk da unutulurmuş her şey gibi. hem de yaşanıp bittikten, soğuyup küllendikten sonra değil, tam da doludizgin devam ederken unutulurmuş aşk. Neyse ki, zühre yıldızı varmış göğün üçüncü katında. Halen aşık olup olmadıklarını ve eğer aşıklarsa kime aşık olduklarını hatırlayamayanlar, göğün üçüncü katına çıkıp, zühre yıldızının elindeki aşk aynasına bakarlarmış. Baktıklarında gördükleri yüz, aşık oldukları kişinin yüzü olurmuş. Derler ki, bazıları sadece zifiri karanlık görürmüş aynada. Böylelerinin hafızalarından şüphe etmeleri yersizmiş. Çünkü tekleyen hafızaları değil, yürekleriymiş.

– Harut ve Marut bir gün insanoğlunun dünyada yaptığı kötülükler görünce, Cenab–ı Allah’a şikayet etmişler. “Bu insanlar ne kadar kötü, ne kadar nankör. Senin ortaya koymuş olduğun kanunlara, ayetlere hiç mi uymazlar.” diye söylenmişler. Allah da onlara “onlardaki şehvet sizde olsa, daha beter günah işlerdiniz.” diye buyurmuştur. Fakat bu melekler “Hayır! Onlardaki şehvet bizde olsa biz isyan etmeyiz. Katiyen, kuralları bozmayız, kanunları çiğnemeyiz.” diye iddia edince, Allah bunlara şehvet verip, Babil’e inmelerini buyurmuş. O zamanın devrinde Babil çok önemli bir uygarlık merkezi, bunlar orada hakimlik ederlerken, çok güzel bir kadın, iş için Harut ile Marut’a müracat ediyor. Ama melekler kadına aşık oluyorlar. Tabii aşık olunca da, kadının tesiri altına giriyorlar. Kadın onların kendinden murat almaları için bazı şartlar koşuyor. Ya kocamı öldürün, ya puta tapın yahut da şarap için!” diyor. Aksi taktirde onlara ram olmayacağını söylüyor. Bunlar şarap içmeyi uygun buluyorlar. Oturuyorlar şarap içiyorlar. Şarap içince de sarhoş oluyorlar. Kadın da bunların melek olduğunu sarhoşlarken ağızlarından laf alıp öğreniyor ve onlara diyor ki her gece ismi azam okuyup gökyüzüne çıkıyorsunuz. İlla ki ismi azamı bana da öğretin.” diyor. Harut ile Marut tutuyorlar kadına ismi azamı da öğretiyorlar. Kadın göğe çıkınca Allah’ın gazabına uğradığı için, Allah O’nu bir yıldız yapıyor, bizim efsaneye göre Çoban Yıldızı diğer adıyla Venüs olarak bildiğimiz yıldız oluyor.

** Sitare

– Sitare (Elif) can karısı, hayatının biricik aşkı Yunus’un. Allah aşkının önce Elif’te varlığa başladığını ve orada filizlendiğini söylüyor Yunus. Elif’e Sitare(yıldız) ismini veriyor, çünkü hayatına yön veren yıldız olarak onu seçiyor ve tüm hayatına sevginin yön vermesi Sitare(yıldız) ile başlıyor. Sitare elini Yunus’un kalbinin üzerinde gezdiriyor ve şöyle diyor.

“Yunus burası kalbinin en değerli yeridir. Burada siyah bir nokta vardır. Canın canı, sevenin cananı buradadır. O nokta yoğun bir damla kandan ibarettir. Adına süveyda ya da “sevda” derler. Siyaha çalan rengi yüzündendir bu isim. Çünkü sevda kara talih içinde, o kara kan damlasında büyür. Bütün tecelli denizleri, bütün aşk fırtınaları, işte o bir damla kanda dalgalanıp çırpınır. Aşırı sevgi bu bir damlayı tahrip edip dağıtırsa, parçaları bütün vücuda dağılır. Aşk, işte bu dağılmanın adıdır ve o dağılırsa aşık artık ne yaptığını bilmez olur. “

Yıldızın peşinde güneşe ermek…

Eğer yıldızın peşine düşerse insan, yıldızı kaybetmeden daha fazla ışık bulabilir. Beşeri aşka tutulursa onu inkâr etmeden daha büyük bir aşka yelken açabilir.

Elif idi Yunus Emre hazretlerinin hanımının ismi…!

Ama o Elif yerine ‘Sitare’ derdi ona…!

Sitare’m…!

Yıldız demekti Sitare…!

Böyle severdi Yunus Emre hazretleri hanımını….!

Yıldız’ım…! Sitare’m…!

Gece karanlığındaki tek ışığım…!!

** Kutup Yıldızı

– Ayın güneşe sevdasını bilmeyen yoktur. Tüm ışığını güneşe hasretliğinden alır ay. Ona hasreti ne kadar artarsa o kadar parlar geceleri. Biz onun her şeklini görsek de o kendini saklar yalnız güneşe. Dönüp bakmaz ona bir kere olsun güneşse. Yanmanın ne demek olduğunu merak eder ay gizliden gizliye. Neden kaçtığını sorar içten içe. Oysa o yanmaya çoktan hazırdır bile bile. Kutup yıldızı milyonlarcasından yalnızca biridir özünde ama aslında ondan en çok etkileneni. Aya kendini beğendirebilmek onun da tek derdi. Ağladıkça parıldar onun da yüreği. Ne kadar soğuk olduğunu düşünür onun yerine üşür. Dünya üzerinde görüldüğü her anı aslında onun gerçeğe dönüşen düşüdür. Akşam vakti güneş renklendirirken göğü ezanlar yükselirken semaya görünür yavaş yavaş ayın puslu yüzeyi. Sizler arasında devam eder kovalamacasına güneşini. Oysa hissedemez yanı başında yanan ateşi. Kutup yıldızı hep kuzeyi gösterir insanlara yoldaş olur ya. Yüzünü dönemez bir kez olsun kendi pusulasına; aya. Diğer yıldızlar aşktan uzak, sönük, mat kalsalar da bu yetmez ayın kutup yıldızına bakmasına. Karada gündöndünün güneşe aşkı anlatılır ya göğün gündöndüsü de aydır aslında. İçten içe soğur hayattan umutsuzca. Gündöndünün dibindeki sarmaşıktır bu hikayede kutup yıldızı da. Koşarak yakalayası gelir ayın güneşe her bakışında. Aşkın kovalamacası hiç bitmek tükenmek bilmez. Sevenin sevilmesi öyle pek sık görülmez, ama aşkın kendisine değer vermek ,aşkın özünü görmek ,aşığın boyunun borcudur sevenine. Gökyüzü ne kadar büyükse kutup yıldızı o kadar küçüktür ayın gözünde. Kutup yıldızı ulaşamaz aya ne kadar hızlı ilerlese de, ne de ay güneşe. Güneş sıcağından

vazgeçip dönmez yüzünü aya beklemez onu bir saniye de olsa. Düzeni böyledir aşkın ne kovalayanı biter ne kaçanı. Bulmakta zordur aşkın özünü arayanı. Aşklar başlar biter ya günümüzde kıyamet denilen zaman gerek bu aşkın bitmesine. insanların misal alması gereken; tüm bu düzenin aşk üzerine olduğunu bilmektir ezelde.

** Kervan Kıran

Yüzyıllar önce, Sivaslı kervancılar Halep’ten mal getiriyordu. Yurtlarından, baba ocağından, yâr kucağından, aylarca ayrı kalmışlardı. Gurbetin acısı düğüm düğüm içlerine işlemişti. Kuş olup, kanatlanıp bir an önce Sivas’a ulaşmak çabasındaydılar. İçlerinde bir genç vardı ki, henüz bıyıkları terlemişti. Yeni nişanlı, yavuklusunun hayaliyle yanıp tutuşuyor, onun yadigârı mendili göğsünde taşıyor, özlem denilen kavramı yüreğinin derinliklerinde yaşıyordu.

Kervancılar, kışın yola çıkarken, kışın kış olduğu günlerde sıcak ellerden geçeceklerini, baharda Sivas’a ulaşacaklarını hesaplamışlardı. Sivas’a birkaç menzil kala, cemrelerin düşüp, havanın, suyun toprağın ısınacağını, kar çiçeklerinin onları karşılayacağını ummuşlardı. Halepteki hesap, Lalebeli’ne, Beştepeler’e uymadı. Bir yıkık dökük hana kendilerini zor atmışlardı. Burada geceleyecek, tan vakti yola düşerek bir gün sonra da Sivas’ta olacaklardı.

Sılanın kokusunu duyar gibi oluyorlar, içleri içlerine sığmıyor, bir gün sonraki vuslatın hayallerini kuruyorlardı. Ama, onca yol yorgunluğunun etkisiyle bir süre sonra uyuya kalmışlardı. Yalnız içlerinde biri vardı ki, onun gözüne uyku girmiyor, bir an önce yola devam etmek istiyordu. O yukarıda sözünü ettiğim nişanlı gençti. Dili özlem türkülerinde, gözleri gök yüzündeydi. Çünkü, gün ışımadan, şafağın sökeceği yerde bir yıldız doğardı ki, bu yıldız görülünce, kervancılar yola çıkardı. Sonundu doğuda bir sarı yıldız gördü. Genç nişanlı, coşkuyla uyuyanlara bağırdı:

“Sarı yıldız, mavi yıldız!”

Kervancılar davrandılar. Hayvanlara mallarını yüklediler. Karın savurmakta olduğuna aldırmadan yola çıktılar. Bizim delikanlı, herkesten önde gidiyordu. Atı boyunca yükselmiş karın üzerinde güçlükle yol alıyor, yoruluyor, yavaşlıyordu. Ama genç, bütün gücüyle ilerlemek istiyor, atını kırbaçlıyordu. Kar, arada bir duruyor, sarı yıldızın parıltısı karların üzerinde yansıyordu. Ama, bir tuhaflık vardı. Birkaç saat geçmişti. Sarı yıldızın gayri kaybolması ve tan yerinin ağarması gerekiyordu. Doğacak günden hiç bir belirti yoktu. Bu tuhaflığı kervancılar birbirlerine söylemeye başlamışlardı. Kimisi:

“Her hâl uykudan ayıkamadığımızdan zamanı şaşırdık. Şimdi gün doğar.” diyorlardı da hiçbirinin aklına bunun yalancı tan yıldızı olacağı gelmiyordu. Derken, bir tipi başladı. Savrulan karlar yüzlerine kamçı gibi çarpıyordu. Göz gözü görmüyordu, hayvanlar yürüyemiyordu. Deneyimli kervancılar biraz sonra gerçeği anladılar ama artık iş işten geçmişti. Yola devam etmeleri de geri dönmeleri de imkansızdı. Hele beş yüz metre ileride olan bizim nişanlı delikanlıya, tipinin uğultusundan seslerini duyurmaları da mümkün değildi. Tipiye rağmen arada sırada parıltısı görülüp kaybolan sarı yıldıza doğru yol almaya çalıştılar. Hâlâ gün ışımasından bir belirti yoktu. Yolları şaşırmış gide gide “Kervankıran” diye anılan yere varmışlardı.. Tipi öyle şiddetlenmişti ki, sarı yıldız onları görüyor, olanı biteni seyrediyordu ama kervancılar artık hiç kimseyi göremiyorlardı. Günün yavaş yavaş karşı dağların arkasından yüzünü göstermeye başladığını da göremediler.

Ben diyeyim iki, siz deyin üç hafta sonra, karlar erimeye, Sivas ellerinin gülü yaprağı açmaya başlayınca, Kervankıran’dan geçen ilk kervanlar, kendilerinden önce olan bitenleri gördüler, göz yaşları döktüler. Nişanlı genç delikanlı, hepsinden ileride, toprağa boylu boyunca uzanmış ve atının dizginlerini sıkı sıkı tutmaktaydı. Yok olan kervanı, oldukları yerde atlarıyla, katırları ve eşekleriyle gömdüler Kervankıran’a…

İşte o günden sonra, kim yüreğinden yanmış ise, veryansın etti Kervankıran’a ve o günden sonra adına Kervankıran denen sarı yıldıza… Türküler yakmışlardı ölenlerin ardından… Aradan yüz yıllar geçmişti. Hangi Sivaslı “gardaş”a sorsanız bilir ve anlatır Kervankıran yıldızının oynadığı oyunu. Eğer Erzurum’daysanız bir “dadaş” elini kulağına atar da şu türküyü patlatır:

“Ah yine bu gün yaralandım

İndim etrafı dolandım

Dertli canımdan usandım

Sana derler kervan kıran

Beller büken, evler yıkan…

Yıldızlardan uruşansın,

Benim gibi perişansın

Yârdan bana bir nişansın

Sana derler kervan kıran

Beller büken, evler yıkan…

Yine doğdu sarı yıldız

Yine doğdu mavi yıldız

Sana derler kervan kıran

Beller büken, evler yıkan…”

**Leyla ile Mecnun Yıldızı

– Leylâ’nın babası iki sevgilinin ardından ‘Dönün sizi evlendireceğim!’ diye seslenir. Bu sözlere inanmayan Leylâ, Mecnûn’un geri dönme konusundaki ısrarlarını reddeder. Mecnûn, Leylâ’nın babasının sözleri üzerine utancından kıpkırmızı olur. Dua sonucu Leylâ beyaz bir yıldız, utanan Mecnûn da kırmızı bir yıldız olarak gökyüzüne yükselirler. Mecnûn, üşümesin diye Leylâ’yı kışın güneye, yazın da kuzeye gönderir. Bu iki yıldız yılda iki defa karşılaşır. Bu karşılaşma esnasında birbirlerini üç defa öperler. Bunu görenler dilek tuttuğunda dileği kabul olurmuş.”

Start typing and press Enter to search

Skip to content