İPİN, AKLI KESTİĞİ MASAL

Print Friendly, PDF & Email

Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde develer tellal iken eski hamam içinde. Ben yok idim var idim, bu dünyaya dar idim. Geldim gittim dünyadan, geçtim serap hülyadan. Evim toprak, barkım toprak üstümde sallanır bir uluca çınarın ucundaki yaprak. Yaprak sallana dursun biz masalımıza başlayalım.

Çok eski zamanlarda ülkenin birindeki şehirlerden birinde yaşayan bir terzi varmış. Çok usta bir terziymiş. İğnesiyle ve iplikleriyle çok güzel işler çıkarır, kumaşlara adeta yeniden hayat verir, yeniden canlandırırmış. Onun bu özelliğini bilen herkes yakın demez, uzak demek dükkanına gelir, kendisine ölçü verir, elbiselerini onun dikmesi için büyük paralar öderlermiş.

Çok güzel bir hanımı varmış bu terzinin. Uzun boylu, narin yapılı, çok akıllı ve kibar, ev işlerini çok iyi bilen ve terziyi çok seven bir hanımmış. Terzi de hanımını çok seviyormuş. Öyleki bu aşkından ve sevgisinden sabahları evden ayrılıp dükkana gittikten bir müddet sonra tekrar eve geliyor ve “Karıcım seni çok özledim, görmeye geldim” diyerek özlem giderip tekrar işinin başına dönüyormuş.

Ancak birbirlerini çok seven bu iki aşığın bir dertleri varmış. Hiç çocukları olmuyormuş. Hangi doktora gittiler, hangi çarelere baş vurdular, ne çeşit ilaçlar kullandılarsa bir türlü çocukları olmuyormuş. Bir gün terzinin hanımı, bu yüzden çok üzülen terzinin ellerini tutmuş ve demişki, “kocacığım üzülme. Allah elbet bize bir gün bir çocuk nasib eder. Biz dua edelim üzülmeyelim, nasib etmezse de mutlaka onun bir bildiği vardır”

Terzi karısının bu iyi niyetli sözleri ve samimi hatırlatmasından çok etkilenmiş. Ertesi gün şehirde ne kadar fakir varsa hepsinin evlerini tek tek dolaşmış, yanına aldığı kese kese altından onlara sadakalar dağıtmış ve onlardan kendileri için dua etmelerini, Allahın onlara hayırlı bir evlat vermesi için dualarda bulunmalarını istemiş.

Tabi şehirde herkes terziyi tanıdığı için bu isteğini büyük bir samimiyetle ve iyi niyetle yerine getirmişler. Ağzı dualı, duası makbul ve kabul edilen kişilerden birinin duasının hatırına Allah kısa süre içinde Terzi ile Hanımıza çok güzel bir erkek evlat vermişler.

Tabi terzi çok sevinmiş. Hemen yine şehirdeki fakirleri, ihtiyaç sahiplerini dolaşıp onların gönüllerini almış, yemekler ikram etmiş herkese sevincinden ne yapacağını şaşırmış.

Çocuğun ismini de Sina koymuşlar. Annesi üzülmesin, yorulmasın diye terzi dadılar tutmuş, hizmetçiler getirtmiş ve oğlunun eğitimi için daha kundakta iken hazırlıklara başlamış.

Gel zaman git zaman çocuk yürümeye başlamış, artık okul çağı gelince terzi daha önce planladığı gibi civarın en iyi öğretmenlerini, hocalarını tutmuş ve oğlunun eğitimi için hiçbir fedakarlıktan kaçınmamış.

Nihayet küçük Sina 11 yaşına kadar babasının yanında, onun nezaretinde en iyi öğretmenlerden çok güzel bir eğitim almış. Bu arada matematiği çok seviyor ve bu konuda çok başarılı olduğunu her fırsatta gösteriyormuş.

Gelen hocalar artık Sina’nın bir okula gitmesinin gerektiğini ve yaşını geçirmeden hemen yaşına uygun bir okula yazdırılmasının gerekliliğini babasına söylemişler. Babası kendi şehirlerine yakın olmayan başka bir şehirde bir medrese bulmuş. Ama bunu buluncaya kadar da çok araştırmalar yapmış, herkese sormuş. Nihayet oğlunu götürüp bu okula kaydettirmiş. Ondan ayrı kalacağı ve okuduğu sürece oğlunu göremeyeceği için çok üzülüyormuş. Çünkü o zamanın medrese ismiyle bilinen bu okulları çoğunlukla yatılışmış. Sina’da yazıldığı bu okulda yatılı kalmak üzere kaydını yaptırmış.

Nihayet dersler başlamış. Bütün derslerde çok büyük başarılar gösteren sina Geometri ve sayı bilimi olan o günkü ismiyle cebir derslerine gelince bir türlü işin içinde çıkamıyor, aklı bir türlü almıyormuş. Ne yaptıysa, ne ettiyse bunu bir türlü başaramamış. Bu yüzden diğer derslerdeki başarısı da düşmeye ve gerilemeye başlamış. Hocaları, öğretmenleri aslında çok akıllı ve zeki olan Sina’nın sadece bu iki ders yüzünden diğer derslerinden de kalmasını istemiyorlar ve mümkün olduğu kadar anlayışla davranıyorlarmış.

Ancak ne yaparsa yapsın Sina bu iki dersi bir türlü anlayamıyor, kafasına girmiyormuş. Nihayet okulu bırakmaya karar vermiş, ancak babasını ve annesini üzmek istemediği için de bunu bir türlü yapmaya cesaret edemiyormuş.

Gel zaman git zaman Sina kendisini biraz zorlayarak bu dersleri öğrenmeye, anlamaya çalışmış ancak yine olmamış. Nihayet okuldan kaçmaya, ayrılmaya ve eve de gitmemeye karar vermiş.

Bir gece herkes uyuduktan ve el ayak çekildikten sonra yanına birkaç giysi alarak okulun arka kapısının üstünden atlayıp kaçmış. Kimse görmemiş sina’nın kaçtığını, kimse farketmemiş sabaha kadar. Bu sırada yola çıkmak üzere olan bir kervana denk gelmiş Sina. Hemen kervancıbaşının yanına gitmiş. Kervana katılmak istediğini söylemiş. Kervancı başı şöyle bir bakmış. Onbir, on iki yaşlarında bir çocuk. Neden kervana katılmak istediğini sormuş. Tabi sina asla yalan söylemediği ve yalan söylemeyi sevmediği için bütün gerçeği olduğu gibi anlatıvermiş.

Kervancı gülüş. Küçük sina’nın dürüstlüğü ve yalan söylememesi çok hoşuna gitmiş. Sonra da “Benim kervanımda sana göre sadee su taşımacılığı yani sakalık işi var. İstersen kervanın sakası sen olabilirsin. Ama zor ve zahmetli bir iştir.” Küçük Sina, Kervancının tüm ikazlarına rağmen yapabileceğini söyleyerek kervana katılış. Kervan da sabaha karşı yola çıkmış. Küçük sina yol boyunca tüm develerin ve kervandaki diğer insanların ihtiyacı olan suyu taşımış durmuş.

Nihayet sabaha karşı kervan yola çıkmış. Uzun bir yolculuk serüveni de böylece başlamış. Şehirden ayrılmışlar, uzaklaşmışlar. Dağların arasında daha önce gelip giden kervanların açtığı patika yollardan yürüyor, develerin geviş getirirken ara sıra çıkartıkları yüksek seslerden başka ses de duyulmuyormuş.

Nihayet bir boğaza gelmişler. İki tarafı yalçın kayalarla çevrili. Bu yalçın kayaların üstüne pusu atan eşkıyalar bu kervanın yolunu kesmişler ve eşkıyaların başı “Durun bakalım buradan böyle elinizi kolunuzu sallayarak geçemezsiniz”diyerek kervanı durdurmuş.

Herkesin üstünü başını arayarak kıymetli neyi var neyi yoksa almış. Tabi eski zamanlarda eşkıyalar durdukları kervanları soyarlarmış. Sıra Sina’ya gelince eşkıya başı sormuş. “Neyin var çocuk” Sina hiç düşünmeden, “Ben bir okulda öğrenciydim. Ancak bazı derslerde çok başarısız olduğum için okuldan kaçtım. Babamın yüzüne bakamayacağım için evime de dönmedin bu kervana dahil oldum. Nereye giderse bende oraya gideceğim. Bu arada babamın bana verdiği annemin de kaybetmemem için şu gördüğünüz paltomun eteğine diktiği on altınım var. Başka bir şeyim yok.” Deyince hem eşkıyaların reisi, hem de tüm eşkıyalar büyük bir şaşkınlık yaşamışlar.

Eşkiyaların reisi merak edip sormuş “Çocuk eğer sen söylemese idin paltonun eteklerindeki gizli on altını biz bulamazdık. Neden söyledin? Çekilip gidebilirdin.”

Sina gülümseyerek demişki “Benim annem kimseye hiçbir şekilde yalan söyleme diye öğüt verdi. Ben anneme söz verdim hiç yalan söylemeyeceğime dair. O yüzden siz neyin var diye sorunca, neyim olduğunu söyledim. Eğer bir şeyim yok deseydim yalan söylemiş olacaktım”

Eşkiyaların başı Sina’nın bu sözlerinden çok etkilenmiş. Kendi kendine düşünmüş. Şu küçük çocuk kadar dürüst ve tertemiz bir insan olamadım. Bundan sonra eşkıyalık yapmayacağım, bende temiz bir hayat yaşayacağım diye kendi kendine karar vermiş. Böylece kervandan aldığı tüm malları yeniden sahiplerine iade etmiş ve o günden sonra temiz bir hayat yaşamaya başlamış.

Tabi kervan yoluna devam etmiş. Kervandaki herkes küçük Sina’nın bu dürüstlüğü, doğru sözlülüğü ve mertliği sayesinde kurtulduklarını bildikleri için onu çok sevmişler. Ancak Sina bu yüzden işini asla aksatmamış. Yine aynı şekilde üzerine aldığı sorumluluğu sonuna kadar yerine getirebilmek ve kervanın su ihtiyacını karşılayabilmek için her molada kuyulardan su çekiyor, hem hayvanları suluyor hem de isteyenlere su dağıtıyormuş.

Nihayet uzun bir çöl yürüyüşünden sonra bir vahaya gelmişler. Vaha, biliyorsunuz çocuklar, çölde bulunan kuyuların, su kaynaklarını nolduğu yere deniyor. Orada mola vermişler. Küçük Sina hemen kaplarını alarak kuyunun başına koşturmuş ve su çekip kaplarını doldurarak kervanda su isteyenlere su taşımak için hazırlıklara başlamış.

Kuyunun başına gelince aşağıya doğru eğilip ismini bağırmış. “Sina” diye. Tabi kuyudan ismi yankılanınca çok hoşuna gitmiş. Kuyunun içinden arka arkaya “Sina… Sina… Sina” diye sesler azalarak kendine doğru gelmiş.

Tam başını kuyunun ağzından çekip kaplarını doldurmaya hazırlanırken kuyunun kenarındaki yuvarlak taş dikkatini çekmiş. Taşın bir yeri pürüzsüz, kaygan ve hafifçe içeriye doğru oyulmuş bir şekilde duruyormuş. Ama diğer tarafları pürüzlü, pütürlü ve ilk gün koyuldukları gibi duruyormuş.

Çok merak etmiş acaba taşın burası nasıl böyle oldu diye ama üstünde de durmamış. Kaplarını hazırlamış, kuyunun ipine bağlı kovayı içeriye doğru sarkıtmış, sonra öğrendiği hareketlerle ustaca kovayı doldurmuş ve çekmeye başlamış.

İşte o zaman gördüğü ve dikkatini çeken bir şeyle çok ilgilenmiş. Kovanın bağlı olduğu ip kuyunun içine indirildikten ve kova dolduktan sonra çekilirken, Sina’nın az önce gördüğü, kuyunun ağzındaki taşın pürüzsüz kısmına ve hafif oyulmuş kısmına sürtünerek kolaylıkla yukarıya doğru çekilebiliyormuş.

Küçük Sina kuyunun ağzındaki taşın o kısmının neden böyle pürüzsüz ve hafif oyuk olduğunu o an anlamış. Demekki ip kuyuya ine çıka, ine çıka bu taşı böyle pürüzsüz ve oyuk bir hale getirmiş.

Bu sırada aklına çok farklı bir şey daha gelivermiş ve hemen oracığa kuyunun başına çökmüş ve düşünmeye başlamış.

“Bir ip gide gele, sürtüne sürtüne, üzerinde gidip gele bir kayayı, bir taşı bile kesebiliyorsa, benim aklım karşımda duran cebir ve geometri gibi ilimleri niye kesmesin, elbette benim aklım bu ipten daha sağlam ve kuvvetli. Öyleyse ben hemen okuluma geri dönmeliyim ve azimle, gayretle çalışarak öğrenemediğimi sandığım dersleri öğrenmeliyim” diye kendi kendine düşünmüş.

Sonra kapları doldurarak kervana suyu dağıtmış. Kervancıbaşının yanına giderek az önce yaşadığı aydınlanma halini anlatmış. Kervancıbaşı “Senin çok akıllı ve zeki bir çocuk olduğunu biliyordum. Bir gün kendi kendine bu yolun doğrusun bulacağını ve okuluna geri döneceğini biliyordum. Demekki bu aydınlanmayı yaşaman için bu kuyunun başına gelmen, o ipi görmen ve bunca macerayı yaşaman, bizi de eşkıyaların elinden kurtarman gerekiyormuş” diyerek Sina’nın bu düşüncesini takdir etmiş.

Bu sırada bir başka kervan da aynı vahada, su başında mola vermek üzere durmuş. Yeni gelen kervanın kervancıbaşı ile sina’nın yolculuk yaptığı kervanın kervancıbaşı arkadaşlarmış. Ve yeni gelen kervan, sinanın geldiği şehre doğru gidiyormuş.

Kervancıbaşı hemen arkadaşına rica etmiş ve sinayı gerisin geriye geldiği şehre götürüp götüremeyeceğini sormuş. Tabi bu sırada başlarından geçen hadiseyi de anlatmayı ihmal etmemiş. Yeni kervanın, kervancıbaşı büyük bir memnuniyetle Sina’yı geri götürebileceğini söylemiş.

Böylece iki gün sonra yola çıkmışlar ve geldikleri yoldan gerisin geriye dönerek küçük Sina bir ay sonra tekrar okuluna dönmüş.

Tabi ortadan kaybolduğu için okul idarecileri ailesine haber vermişler. Annesi ve babası çok korkmuşlar ve her yere adamlar salarak oğullarını aramaya başlamışlar. Kendiliğinden dönen Sina’nın döndüğünü öğrenince de çok sevinmişler ve babası ne olduğunu sormuş oğluna.

O’da başından geçen her şeyi olduğu gibi anlatmış babasına ve söz vermiş artık okulunda kalacağına ve çok çalışacağına çünkü, aklının, yıllarca sürtürenerek bir taşı kesen ipten daha sağlam ve keskin olduğuna inandığını söylemiş. Ve demişki

“Ben insanım, Allah bana akıl vermiş ve benim aklım her şeyi keser. Yeterki yapacağım şeyin olabileceğine inanayım. Ben Cebir ve Geometriyi öğreneceğim. Çünkü buna inanıyorum. Aklım kesiyor.”

Ve çocuklar o günden sonra küçük Sina derslerine çok çalışmış. O okuldan sonra da okullar bitirmiş, büyük büyük ilim adamlarının yanlarında çalışmış. Zaman içinde kendisi de büyük bir insan, çok büyük bir ilim adamı olmuş.

Başta matematik bilimi olmak üzere, doktorluk, felsefe, astronomi, fizik ve kimya alanlarında çok başarılı işler yapmış. Sonra doktorluğu öğrenmiş çalışarak ve tarihteki ilk göz ameliyatlarını yapmayı başarmış.

Ayrıca Geometri ve Cebir’i de çok iyi öğrenmiş. Coğrafya ilminde de çok başarılı bir ilim adamı olmuş ve ilk dünya haritasını çizen isim olarak tarihe geçmiş.

Tabiki bildiniz. Masalını anlattığımız, önceleri küçük bir Çocuk olan daha sonra da hepimizin bildiği ismiyle İbn Sina olarak anılan büyük bilim adamı, Belh şehrinde doğan Ali bin Abdullah el Belhi.

Bu masalda burada bitmiş.

Gökten üç elma düşmüş. Birisi bu masalı yazanın başına, birisi okuyanların başına, diğeri de bu masalı dinleyip aktaranların başına olsun.

Start typing and press Enter to search

Skip to content