BİR KOLTUĞA İKİ KARPUZ SIĞDIRMAYA ÇALIŞAN

Print Friendly, PDF & Email

Sesli Dinle

BİR KOLTUĞA İKİ KARPUZ SIĞDIRMAYA ÇALIŞAN

ÖRÜMCEK KIZ

Nuray Başsüllü

Bir varmış bir yokmuş

Ormanın ağacı, kuşu, böceği, çiçeği çokmuş

Yan gelip yatması, tembellik etmesi yasakmış

Zaten istense de yapılamazmış.

Ormanda mutlu mesut yaşayan bir örümcek ailesi varmış. Bu ailenin, akranlarına ve kardeşlerine göre biraz değişik bir yavrusu varmış. Anne ve babası onun bu tuhaf hallerini bir türlü anlayamıyorlarmış. Küçük yavruları, örümcek ağı örmesini öğrenmiş öğrenmesine ama nedense, bir türlü ağ örmeyi bitiremiyormuş. Dans etmeyi, şarkı söylemeyi, kitap okumayı, oyun oynamayı çok seviyormuş. Her şeyi merak ediyor, her gördüğünü yapmak istiyormuş. Ama hepsini aynı anda yapmak istiyormuş ve çok da aceleciymiş.

Diğerleri gibi tüm bacakları ile sadece ağ örmüyor, diğer bacakları ile başka işlere dalıp gidiyormuş. Ağ örerken aynı anda kulaklıkla müzik ya da hikaye dinliyor, diğer bacakları ile kitap okuyor, hatta ağa takılan henüz tam olgunlaşmamış avını, başka bir bacağı ile alelacele yemeye çalışıyormuş. Bazen de bu işler arasında dişini fırçalamaya çalışıyormuş. E haliyle ortalık epey dağınık oluyormuş. Hatta bazen “benim tam sekiz bacağım var, daha başka neler yapabilirim, ne diye tek işle ilgileneyim” diyerek sürekli kendine iş çıkarıyormuş. Fakat günün sonunda, yorulmuş bitap bir halde ve ağını bir türlü bitirememiş olarak uyuya kalıyormuş. Şanslıymış da kerata, başkaları kadar çok olmasa da, yarım ağına her nasılsa sinekler, arılar yine de yakalanıyorlarmış.

Arkadaşları ve kardeşleri ile oyun oynamaya da bayılıyormuş. Ama onlar ağ örerken oyun oynamadıkları için genellikle yalnız kalıyormuş. Yağmurdan sonra oluşan su birikintilerinin üzerinden atlamak en büyük eğlencesiymiş onları beklerken. Ördüğü ağlarını biriktirdiği sepetini takıyormuş bacağına, hem örüyor, hem de su öbeklerinin üzerinden atlayabiliyormuş böylece. Sepette biriken ağlar, zaman zaman birbirine dolanıyormuş; çözmesi de her zaman mümkün olmuyormuş. Ağında bu nedenle hatalı desenler olmaya başlamış, hatta gedikler bile oluşmuş. Bunu pek dert etmiyormuş bizim örümcek. Arada kendini ağdaki gediklerden kurtarabilen avlar olsa da kalanlar ona yetiyormuş. Çok da beklentisi yokmuş hani.

Arada sırada ağ örerken atladığı su birikintisine düşüp birkaç kez boğulma tehlikesi atlatmış. İmdadına bazen büyükanne örümcek, çokça da ormandaki diğer güçlü kuvvetli çekirgeler yetişmiş. Çekirgelerden biri “bak demedi deme, çekirge bir sıçrar, iki sıçrar…” diye uyarmış uyarmasına ama bizimki hiç mi hiç oralı olmamış. “Ben çekirge değilim ki” diye geçirmiş içinden ve omuzlarını silkmiş durmuş.

Daha eğlenceli şeyler varken bazı şeyleri tekrar tekrar yapmak (yeniden ve yine ağ örmek gibi) çok sıkıcı geliyormuş. “Bir kere yapmış ve başarmış olmak yetse keşke” diye düşünüyormuş.

Arada anne babasından habersiz ağın bir ucunu ağaca bağlayarak kendini hava akımına bırakıyormuş. Böylece kilometrelerce uzaklaşıyor, ormanları, hatta denizleri aşıyormuş. Uzak diyarlara yapılan keyifli uçuşlar, bazen yara bere ile sonuçlanıyormuş tabi ama çok keyifliymiş. Hatta uçuşa geçtiği bu zamanlarda ağ üretmekten üşenmediğini ve sıkıcı gelmediğini fark etmiş.

Ormanda ne zaman yaşadığı tam olarak bilinmeyen La Förümcek isimli efsanevi masalları dilden dile dolaşan masalcı örümceğin hikayeleri ile büyüyen diğer örümcekler gibi bizim ufaklık da çok severmiş bu La Förümceğin insan hikayelerini. Babası ve annesi çok alıntı yaparlarmış buralardan…

Gel zaman, git zaman babası iyice rahatsız olmuş bu durumdan ve almış karşısına küçük örümceği.

-“Bak güzel prensesim (babası ona hep insanların yavrularına seslendiği gibi güzel prensesim dermiş) bir koltuğa iki karpuz sığdırmaya çalışıyorsun ama bu imkansız. Sen bir örümceksin ve ağını yapmalısın” demiş.

-“Ah babacığım, sen de La Förümcek gibi hep o insanların evinde ağ kura kura onlardan örnekler veriyorsun bana. Onların sadece iki tane kolları ve bacakları var, tabi ki bir koltuğa iki karpuz sığdıramazlar. Ama ben bir örümceğim, daha çok bacağım var ve kapasitemin hepsini kullanmak istiyorum” diyormuş.

“Daha neler neler yapabilirim, bak göreceksin” diyormuş içinden ve “görmüyor mu acaba ne çok şey yapabildiğimi, niye aferin demiyor da sürekli uyarıyor beni” diye çok kızıyormuş baba örümceğe.

Anne örümcek de küçüğüne kimi zaman “güzel evladım, emeklemeden yürümeye çalışıyorsun, neden her şeyi zor tarafından yapıyorsun, bak bunun daha kolay bir yolu var” ya da “yuvarlanan taş yosun tutmaz evladım, ağını tamamlayabilmen için durman lazım” dese de emekleyen ve yosun tutmuş bir örümcek olarak hayal ediyormuş ve gülmemek için zor tutuyormuş kendini. Anlayacağınız babasının ve annesinin sözleri bir ağından girip, öbür ağından çıkıyormuş.

Zaman, zaman içinde akmış gitmiş ve bizim örümcek büyümüş fakat huyundan vaz geçme ihtiyacı hiç duymamış. Günlerden bir gün, ben deyim 3 yıl, siz deyin 30 yıl yine su birikintisine düştüğü bir gün, yüzerek kıyıya çıkmaya çalışırken (çekirgeler bir türlü akıllanmayan bu örümceği kurtarmaktan sıkıldıkları için mecburen yüzmeyi de öğrenmek zorunda kalmış) sol üst bacağının gövdesine birleştiği yerde çat diye bir ses duyulmuş. Ağrısı dayanılmazmış fakat dayanmış. Gitmemiş şifacı örümceğe; çünkü ne diyeceğini çok iyi biliyormuş. O bacağını daha az kullanıp diğerlerine yüklenmiş. Zaman geçmiş, sırayla diğer bacakları da ağrımaya başlamış ve mecbur kalmış şifacı örümceğe gitmeye. Reçete olarak buz ve dinlenme yazmış şifacı. Ama dinleyen kim. Buz iyi gelmiş biraz ağrılarına. Buzları koyup koyup devam etmiş yoluna.

Bir gün, tam karınca kahvaltısını bitirmiş ortalığı toplarken, bir bacağında ağlarını koyduğu sepeti, diğerinde sonra yemek için kenara ayırdığı leziz karıncadan arta kalanlar, diğerinde kitabı, bir diğerinde diş fırçası… ayakları bacakları dolu yürürken ağının üzerinde, boynu ile kulağı arasına sıkıştırdığı kulaklık (o esnada La Förümek’ten bir insan hikayesi dinliyormuş) düşmesin diye büktüğü boynu tutulmuş önce. Sonra ağrıları yeniden başlamış. O anda babasının “bir koltuğa iki karpuz sığdıramazsın” derken ne demek istediğini birden anlamış. Sığdırdığını zannederken aslında nasıl bedel ödediğini fark etmiş. Biraz dikkat etmeye başlamış. Ama huylunun huyundan vaz geçmesi o kadar da kolay değilmiş. Çok sıkıcı geliyormuş ona işleri sırayla yapmak, bir şeye odaklanmak ya da hiçbir şey yapmadan dinlenmek.

Arkadaşları neden ağını bir türlü bitiremediğini merak ediyorlarmış. Hep aynı yanıtı veriyormuş “bitirebileceğimi düşünüyorum ama yetiştiremiyorum”.

Bir arkadaşı “işini son dakikaya bırakıyorsun, kendine çok güveniyorsun ama güvenmekten de hiç vaz geçmiyorsun ” demiş.

Onun için çok özel olan başka bir arkadaşı ona bir gün, çok çalışkan ama dinlemeden ağaç kesen bir ormancının, arada baltasını bileğlediği için daha çok ağaç kesen akıllı ormancının nasıl gerisinde kaldığı hikayesini anlatmış.

Öğretmenleri de uyarıyorlarmış onu, ağını genellikle bitiremediği ve zaman zaman hatalı desenler eklediği için. Bir öğretmeni ona “son güncü, mecburcu” ismini takmış. Nasılsa bir şekilde hallettiğini düşünen örümcek, yeni ismiyle gurur da duymuş hani. Çok sevdiği bir öğretmeni “aslında kendini de biliyorsun ama yine de yapmaya devam ediyorsun” diye şefkatle okşamış başını.

Örümcek arkadaşlarının, şifacı örümceğin, öğretmenlerinin, kardeşlerinin, anne ve babasının ona “biraz yavaşla, dur” demesi hiç işe yaramamış.

Can arkadaşı “artık sana hiçbir şey dememe kararı aldım” demiş.

Ve bir gün öyle hastalanmış, öyle hastalanmış ki yarım yamalak ördüğü ağından çıkamamış bile. Gitmeyi çok istediği, izlemek için özel izin aldığı, arkadaşlarının gösterisine bile gidecek hali yokmuş. Mecburen dinlenmek zorunda kalmış. Bu esnada duyduğu masalcı örümceğin “prensesler acele etmezler, koşturmazlar “ sözü, yıldırım etkisi yaratmış.

Fark etmiş ki aslında hiçbir şey yapmamak, çok da sıkıcı değilmiş. Sıkıldığı zamanlar aslında ne kadar yaratıcı ve eğlenceli olabildiğini keşfetmiş. Tıpkı La Förümcek gibi yaşadıklarını insanlar üzerinden hikaye ile anlatmaya karar vermiş. Çünkü böylesi insan metaforları kullanmak, örümcekleri daha çok etkiliyormuş.

Ben tam bu esnada tanıştım örümcekle. O bana hikayesini anlattı. Ben de ona, kendisine benzeyen bir kızın öyküsünü anlattım. O şimdi diğer örümceklere bu kızın hikayesini anlatıyor.

En son görüştüğümüzde odaklanarak, bir kerede bir iş yapmanın keyifli olduğunu fark ettiğini, hatta elinden gelenin en iyisini yapıp zamanından önce ağını bitirebildiğini, ağını demlenmeye bırakınca küçük boşlukları fark ettiğini, onları benzer desenler kullanarak onardığını ve en önemlisi böylece hem dinlenmeye ve hem de eğlenceye daha çok vakti kaldığını, kendisini bu haliyle çok sevdiğini, tamamen iyileştiğini anlattı bana. Nasıl mı yapmış? Bazı işlerini azaltmış, bazılarını sıraya koymuş, bazılarından tamamen vaz geçmiş ama hala bir arada yapmayı sevdiği şeyler yine de varmış. E bu kadarı zaten kadı kızında da olurmuş…

Gökten üç elma düşmüş. Biri örümcek kızın bilge babası ve annesinin başına, biri örümcek kızın bilge kardeşleri, arkadaşları, yoldaşları ve öğretmenlerinin başına, biri de örümcek kızların başına.

2 OCAK 2022

Start typing and press Enter to search

Skip to content