
Bir varmış bir yokmuş. Allahın kulu çokmuş. Kimi hoşmuş, kimi boşmuş. Boş olanlar dağlara, hoş olanlar ovalara yayılmış. Dağ dağ imiş dağ imiş, dört bir yanı bağ imiş. İndim bağa, gördüm kuyu, çekilmiş suyu, başında uyu. Uykuda rüyayı gördüm, gökteki ayı gördüm. Aldım elime bir ip, taktım ucuna bir çengel. Salladım salladım fırlattım attım. Saplandı aya, sallandı ay. Ay sallana dursun biz masalımızı anlatalım.
Uzun yıllar önce Kaf dağındaki bir ülkede yaşayan bir padişah varmış. Ülkesi ve halkı sürekli onun için çalıştığı ve onu mutlu etmeye uğraştığı halde bir türlü mutlu olmuyor, ne yaparsa yapsın bir türlü gerçek mutluluğu yakalayamıyormuş.
Padişah Çok zenginmiş. Ülkesinin sınırları içinde sürekli çalışıp üreten kömür madenleri, altın madenleri, gümüş ve bakır madenleri varmış. Oralardan çıkan tüm bu kıymetli yer altı zenginliklerini komşu ülkelere satar, onlardan gelen altınlarla hazinesini sürekli doldururmuş.
Her gün av partileri düzenler, çevresindekilerle eğlenceler tertip edermiş. Davete katılan herkes kahkahalarla gülerken, neşe içinde eğlenirken padişah bir köşede somurtkan bir ifade ile oturur öylece insanları seyredermiş.
Nihayet bir gün mutluluğu aramaya karar vermiş ve bir gece kimseye söylemeden kıyafetlerini değiştirip,halktan biri gibi giyinerek saraydan ayrılmış. Yanına da çokca altın almış. Birde padişahlık yüzüğünü.
Sabaha kadar yürümüş….yürümüş….yürümüş…. Nihayet kendi ülkesinin sınırlarını geçmiş ve yeni bir ülkenin sınırlarına girmiş. Güneş doğuncaya kadar yürüdüğü içinde yorulmuş. Kendi kendine bir su başında bir ağacın altında biraz dinleneyim diye düşünürken birden bir dere kenarına gelivermiş.
Hemen elini yüzünü bolca suyla yıkamış, sonra yanına aldığı ekmek ve peyniri torbasından çıkarmış, oturmuş ağacın altına ve acıkan karnını doyurmaya başlamış. Ancak yine de mutlu değilmiş. Az sonra sıkılmış ve önüne açtığı ekmeği peyniri bir kenara çekerek ayaklarını uzatıp, sırtını altına oturduğu ağaca dayamış ve “Offf ne kadar mutsuzum, ne kadar mutsuzum, ben nasıl mutlu olacağım” diye söylenmeye başlamış.
Tam bu sırada birkaç serçe kuşu az önce yemek istediği ama mutsuzluktan yiyemediği ekmek ve peynirin yanına konmuşlar. Neşe içinde cıvıldayarak minik gagalarıyla karınlarını doyurmaya başlamışlar.
Padişah “Şu küçük serçeler bile ne kadar mutlu ben hala mutsuzum” diyerek oturduğu yerden kalkmış ve yine yürümeye başlamış. Uzun süre yürüdükten sonra bir şehre gelmiş. Şehrin girişinde kapı nöbetçileri hemen bunu durdurmuşlar. Dur bakalım sen kimsin diye. Padişah ilkönce her zamanki alışkanlığıyla üst perdeden “Ben şu karşıda gördüğünüz dağların arkasındaki ülkenin padişahıyım, çekilin yolumdan” demiş. Ama askerler başlamışlar gülmeye. “Yaa demek öyle o zaman bizde Kaf dağının padişahıyız.” Diye alay etmişler. Sonra “Yürü bakalım seni bir arayalım, bir soralım kimsin nesin. Yoksa bu ülkeye bozgunculuk yapmayamı geldin” diyerek almışlar ve onu askerlerin kumandanı olan Bilge Paşa’nın karşısına çıkarmışlar.
Bilge paşa gelen bu yabancıyı görür görmez hemen tanımış tabi ama tebdili kıyafet böyle gezintiye çıkıp bu kadar uzağa neden geldiğini de merak ettiği için bozuntuya vermemiş. Hemen kaşlarını çatarak gürlemiş.
“Söyle bakalım yabancı sen kimsin?” Padişah bakmış ki kim olduğunu anlatamayacak vazgeçmiş ve ben bir gezginim demiş. Bilge Paşa “Neden geldin ülkemize?” diye yine sorunca, padişah “Ben mutluluğu arıyorum. Gezerken de sizin ülkenize geldim” diye cevap vermiş.
Bilge paşa padişahın mutsuzluk hastalığına tutulduğunu duyduğu için hafifce gülümsemiş ve “Peki bulabildin mi?” diye sormuş. Padişah “Ne gezer, nereye gidersem gideyim benimle birlikte geliyor mutsuzluk. Ve ben mutluluğu bir türlü bulamıyorum” diye somurtmuş.
Bilge paşa Hımm diye düşünmüş. O zaman seni biraz misafir edelim bakalım. Diyerek askerlerine emir vermiş ve alın bunu kimseyle görüşemeyeceği bir zındana atın. Anladığım kadarıyla bu komşu ülkenin casusu. Padişahına haber gönderelim bakalım ne diyecek.
Padişah itiraz etmeye kalkmış, kendini ve derdini anlatmaya çalışmış ama bir türlü dinletememiş ve bütün hürriyetinden mahrum edilerek küçücük bir odaya hapsedilmiş. Odanın yüksek bir tavanı, tavanın ortasında da küçücük bir penceresi varmış.
Padişah bağırmış, çağırmış, derdini anlatmaya çalışmış ama kimse dinlememiş. Bilge Paşa hemen kendi ülkesinin padişahının yanına çıkarak az önce yaşadıklarını ve mutsuz padişahın kılık değiştirip kendi ülkelerine geldiğinin bilgisini vermiş. Padişah çok şaşırmış, hemen misafir edelim diye bilge paşaya emir vermiş. Ama bilge paşa Padişahım müsaade ederseniz ben bu padişaha mutluluğun sırrını öğretmek istiyorum demiş. Padişah peki bakalım diyerek müsaade etmiş.
Bilge paşa o günden sonra her gün geliyor ve padişahı sorguya çekiyormuş. Her seferinde de padişah ben padişahım işte bu da mührüm. Diyerek kimliğini ispatlamaya çalışıyormuş. Ancak bilge paşa mutlaka bunu bir yerden çalmışsındır senin neren padişah diye itiraz ediyor ve gerçek kimliğini söylemesi için ısrarla onu sorguya çekiyormuş.
Bu arada çok az yemek veriyormuş. Verdiği yemekte kuru ekmekle su imiş. Padişah önce bunları yememiş. Ancak karnı acıkınca kuru ekmeği suyla ıslatarak yemeye başlamış. Birkaç gün sonra bakmış ki ne kadar az şeyle hayatını sürdürüyor. Kısa süre önce büyük bir ihtişamla etrafında dönüp duran, eğlencelere katılan ve zenginlik içinde yüzen bir padişahken şimdi küçücük bir odada, her gün sorguya çekilen, birazcık kuru ekmek ve suyla karnını doyurabilen biri olduğunu, ama hayatta olduğunu ve yaşadığnı düşünmeye başlamış.
Nihayet yine bilge paşa sorguya gelmiş. Padişahın her zamanki telaşından uzaklaşmış olduğunu görüvermiş. Daha sakin ve daha huzurlu görünüyor, hatta somurtkan yüzünde tebessüm gülleri açıyormuş.
Bilge Paşa Hayırdır sahte padişah ne oldu da gülüyorsun deyince Padişah hiç cevap vermemiş ve öylece bilge paşanın yüzüne bakmış.
Bilge Paşa padişahın gülümsemeye başladığını görünce hemen tavrını değiştirmiş ve “Ben sizin komşu ülkenin mutsuz padişahı olduğunuzu geldiğiniz ilk günden biliyordum. Size bir ders vermek için bu oyunu oynadım,sizi gülümsetebilmek için yaşatıığımız ufak sıkıntılar içi özür dilerim PAdişahım” demiş. Ve hemen cebinden bir tas çıkartarak padişahın önüne koymuş. Şimdi size bir soru soracağım padişahım demiş. Padişah bilge paşaya sor bakalım demiş. “Beni dünyanın en zengin insanı yapabileceğinizi biliyorum. Bunun için bu tası ne ile doldurabileceğinizi söyleyebilir misiniz.” Bilge padişah “İstediğin her şeyle. Altın yakut, zümrüt, elmas, bir anda seni dünyanın en zengin insanı yapabilirim” diye cevap vermiş. Peki padişahım demiş ve adamlarına emir vererek büyük bir sandığı getirmelerini emretmiş. Sandık gelmiş ve kapağı açılınca içinden pırlantalardan yansıyan ışıklar etrafa saçılmış.
Bilge paşa buyurun padişahım doldurun demiş. Padişah sandığın içindeki kıymetli taşlardan bir avuç alarak tasın içine doldurmuş. Ancak elmaslar, yakutlar, zümrütler daha tasın içine düşer düşmez kayboluyor ve yokoluyorlarmış. Padişah çok şaşırmış. İyi ama nasıl olur, onca hazine nereye gidiyor. Diye bilge paşa ya sormuş.
Bilge Paşa padişahım sizi misafir ettiğimiz odaya ilk geldiğiniz günü hatırlıyormusunuz. Size verdiğimiz su ve ekmeği yememiştiniz Ama karnınız acıkınca mecbur kalıp o ekmeği o suya batırarak yemeye başladınız. Hemde büyük bir iştahla. Çünkü karnınızı doyurmanız gerekiyordu. Bu arada fark ettiniz mi bilmiyorum ama ekmeğin hamuruna hep bir şeyler kattık biz. Siz iyi beslenebilesiniz, zayıf düşmeyesiniz diye Bazen patates, bazen zeytin, bazen ceviz, bazen peynir. Ve siz her gün o ekmeğin geleceği saati beklemeye başladınız. Padişah şaşkınlıkla bilge paşayı dinlerken Evet hakikaten ekmek ve su çok lezzetli idi ve ben onu yediğim zaman büyük bir huzur buluyordum. Çok ilginç bunun sebebi nedir.
İşte padişahım biz o ekmeği ve suyu size ikram ederken içine sevgimizi katıyorduk. Yani sizin dışarıda, dış dünyada aradığınız mutluluk aslında içinizde, kalbinizde var. Siz sadece onu göremiyordunuz. Ve hep dışarıda arıyordunuz. Ama artık bunu gördünüz. Şayet sadece bir parça ekmek ve temiz bir su ile mutlu olabiliyorsanız ve sağlığınız yerinde ise gerçek mutluluk budur işte. Ne kadar zengin olursanız olun, isterseniz binlerce askeriniz olsun, saraylarınız, evleriniz, hizmetçileriniz olsun bu hiçbir şeyi değiştirmiyor. Sadece yaşadığınız hayatı sizin yerinize onlar kolaylaştırmaya ve sürdürmeye çalışarak işlerini yapıp size hizmet ediyorlar. Ama siz içinizdeki sevginin ve gerçek mutluluğun kaynağını göremediğiniz sürece bunların hiç birisinin önemi yok.
Yani mutlu olmak sizin içinizdeki sevgiyi fark etmenizle mümkündür.
Deyip susuvermiş. Padişah bütün gerçeği o anda fark etmiş ve bilge paşaya çok teşekkür etmiş. Bilge paşa ise saygıyla padişahın önünde eğilip ona hürmet etmiş ve güzel elbiseler getirterek temizlenip yeniden padişah olmasını sağlamış ve kendi padişahını huzuruna çıkarmış.
İki padişah oturmuşlar ve uzun uzun sohbet ettikten sonra yemek yeme zamanı gelmiş. Birlikte sofraya oturdukları zaman bilge paşa da orada hazır vaziyette bekliyormuş. Padişahın önüne birbirinden güzel yemekler getirilmiş konulmuş ama o bunlardan çok az yemiş sonra bilge paşaya dönerek “Benim ekmeğimle peynirim nerde, gerçek mutluluğu bana öğreten o güzel yiyeceklerden getirtin” demiş.
Herkes gülmüş tabi. Ve mutsuz padişah gerçek mutluluğun aslında insanın kendi elinde olduğunu ve bunu görebilmek için sadece kalbine bakması gerektiğini öğrenmiş. Sonra ülkesine dönerek ömrünün sonuna kadar mutlu bir şekilde yaşayıp gitmiş…