MASAL NİNE

Print Friendly, PDF & Email

Yavaşça yere bıraktı boya sandığını, üzerine çıktı, soğuktan kıpkırmızı kesilmiş elleriyle duvardaki demirlere tutundu. Üstünde incecik bileklerini açıkta bırakan bir kazak ve düğmeleri olmayan bir mont vardı. Paçalarından ipler sarkan pantolonu öylesine incelmişti ki yer yer bacağı gözüküyordu. İki eski ayakkabıdan sağdakinin önü iyice açılmıştı. Sert bir rüzgar esti, sağ ayağını kaldırıp sol ayağının üstüne koydu, simsiyah saçlı başını parmaklıklara iyice dayadı. Gözleri kocaman açılmıştı, güzel bir manzarayı izler gibi, bir filmi seyreder gibiydi.

Geniş bir bahçenin içindeki güzel okulun zil sesi yankılandı bütün sokakta. Neşeli neşeli çaldı, yavaş yavaş, yere inen kar taneleri gibi sevinçle yayıldı her yere, her köşeyi kapladı. İşte şimdi saat tam üçtü. Vakit öğleyi geçtiğinde boyacı çocuk birilerine saati sormaya başlar okulun etrafında dolanıp dururdu. Bazen bir iki ayakkabıyı boyar bazen avare avare okulun karşısındaki bankta oturup beklerdi. Zil sesiyle o da okullu çocuklar da koşmaya başlardı. Okullu çocukları güzel bahçede boyacı çocuk duvarın başladığı yerde dururdu. Bu duvar görünürde okulla sokağı birbirinden ayıran masum bir sınırdı oysa onun için hayatın önüne koyduğu kocaman bir engeldi. Sınıra kadar gidip giremediği bir ülke vardı o duvarın ardında, mutlu insanların yaşadığı, cennetin renklerini taşıyan bir ülke. Buraya gelirken her şeyi unuturdu çocuk, yakını, uzağı, yağmuru, karı, soğuğu… 15 dakika sonra yine her şey aynı olurdu. Uzaklar yorar, yağmurlar ıslatır, soğuk üşütmeye başlardı.

Rüzgâr tüm gücüyle esiyor, saçlarını karıştırıyor, nefesini kesiyordu. Isınmak için bir elini cebine koyan, bir ayağı da diğer ayağının üstünde olan çocuğu, son bir gayretle yere düşürdü.

Kalktı, rüzgârın estiği yöne doğru sertçe baktı. Tekrar çıkmadı ekmek teknesinin üzerine. Çünkü paydos ziliyle bahçeyi şenlendiren manzara bitmiş, film sona ermişti. Boya sandığını sırtına aldı, yürümeye koyuldu. İzlediklerini düşünüyordu. Her gün üçte çıkış zili çalar, çocuklar bahçeye çıkarlardı. Kimi bekleyen servislere, özel araçlara biner, kimi kendilerini almaya gelen anne, baba, nine gibi bir yakınıyla elele verir, evlerinin yolunu tutardı. Dersten çıkan çocukların sesleri, arabaların kornaları, onları almaya gelenlerin sesi, ortalık düğün bayram yeri olurdu bir an. Gelenlerle çocuklar sarılır burulur, sohbet etmeye başlarlardı.

“Günün nasıl geçti tatlım? “

“Güzel geçti baba. Ya senin?”

“Hava çok soğuk, eve kadar yarışalım mı?”

“Ben koşmaya başladım bile.”

Uzayıp giderdi tatlı konuşmalar. Yarın görüşmek üzere diyen çocuk elleri havada kuşları kıskandıracak kadar özgürce sallanır, mutlu memnun ayrılardı bahçeden. Boyacı çocuksa hayaller kurarak bakardı onlara. Bazen çocukların yerine kendini koyar, şans bile tutardı. “Şu kırmızı bereli çocuk benim. Bakalım beni almaya kim gelecek?” derdi. Gelenin özeliklerine göre “Vay be ne uzun boylu babam varmış, annem de pek güzelmiş, zarifmiş.” arabalara da bakardı, simsiyah gözlerini iyice kısarak; “Kaç basar ki bu araba, rengi de pek hoşmuş.” diye söylenirdi. O çocuğun başı okşansa, kendi başı okşanıyor, yanağı öpülse kendi yanağı öpülüyormuş gibi hisseder, mutlulukla yüzü gülerdi.

Bugün de şans tutmuştu, tombul bir erkek çocuğu gözüne kestirerek. Orta boylu, hafif tonton bir nine gelmişti torununu almaya. Elele verip yanından geçerken “üşüdüm “ deyince çocuk, ninesi eldivenlerini çıkarıp ellerini avuçlarının içine almıştı. Torununu iyice bağrına basmıştı. O çocuğun elleri şefkatin sıcağıyla ısınırken beyaz bir ayaz sarıp sarmalamıştı boyacı çocuğun yüreğini. İçi titremişti, acıdan gözleri dolmuştu. Her gün gülümseyerek izlediği bu sahne bu defa nasıl da canını yakmıştı. Kıskanmıştı o çocuğu belki nefret etmişti ondan. Ne şanslıydı o çocuk bir bilseydi. Keşke onun da almaya gelen bir ninesi olsaydı, böyle kol kanat gerseydi, sığınabilseydi bağrına. Yürümeye devam etti.

Hava iyice kararmış, kar hızını artırmıştı. Ellerini ağzına yaklaştırdı, nefesiyle ısınmaya çalıştı. Açık bir kapı gördü hemen karşısında, girdi. Burası bir bakkaldı. Bakkal sahibi şaşkın şaşkın;

“ Evladım sabah gelseydin ya. Boyattım ben ayakkabıları. Gir biraz ısın diyeceğim de geç oldu. Hadi ben de yoluma gideyim sen de evine git karanllık çökmeden..”

Kapattı dükkânını çocuğun yüzüne. Ağzını bile açmadı, yalnız “ev” denilince; döndü geriye, uzaklara baktı.

Her gün kendisini gözü yaşlı sokağa uğurlayan hasta babasını birkaç ay önce son kez uğurlamıştı omuzlar üstünde.

“Ninen gelip seni yanına götürecekmiş.” demişti üvey annesi. Havalar soğuk, yollar kapalı, yağmur, çamur var demişti de onun gelmemesine bahaneler bulmuştu çocuk aylarca. Ama o bir türlü gelmemişti. Bugün komşu kadın;

“Evladım, bu eşikte günlerdir neneni bekliyorsun, oğlunun cenazesine gelmeyen kadın seni almaya gelir mi? ” demişti. Demişti de dağları başına yıkmıştı. Tek umudunu, yanan son ışığını söndürmüştü. Başını eğdi, karın üzerinde ayakkabıları izler bırakarak yürüdü.

Sahi ne demiş olabilirdi? Hani tam okul bahçesinden çıkarken nine eğilmiş torununun kulağına bir şeyler söylemişti ya o da gülümsemiş sıcacık sarılarak karşılık vermişti. Masal anlatacağım demiş olabilir mi? Ne kadar masal biliyordur kim bilir? Ak saçları kadar, yüzündeki çizgiler kadar, yaşı kadar… Heyecanlandı, yutkundu. Çocuğu, ninenin kucağında masal dinlerken düşündü. Bir düşman gibi dikildi o sahne gözlerinin önüne. Umarsızca omuzlarını silkti ”Bu benim hayalim.” dedi ninenin dizlerinde yatan çocuğa. Sonra resimden, hayallerinden attı onu.

“Hey çocuk! Donmaya mı niyetlisin?” diyen bir ayakkabı tamircisi tutup kolundan dükkânına aldı çocuğu. “Ihlamur ister misin? Sobanın üstünde var, vereyim de iç. Biraz işim var ben bitirene kadar sen de ısınırsın.” Kendine gösterilen tabureye otururken aslında ninenin dizlerinin dibine oturduğunu hayal ediyordu Üşüyen ellerini verdi avuçlarının içine;

“Hadi bana hiç bilmediğim bir masal anlat.” dedi.

“Korkunç da olabilir, büyüdüm ben, korkmam. Ama içinde güneş olan sıcacık bir masal olsun, hadi anlat.

“Hadi ama alsana bardağı. Bak nasıl üşümüşsün. Ellerin morarmış a çocuk neyin peşindesin sen bu saatte.” dedi adam. Ayakkabılarına baktı küçüğün, sonra pantolonuna, paltosuna. “İç, ısın biraz, sonra doğru evine.” Çocuk, yarım yamalak gülümsedi.

“Gökten üç elma düştü, biri dinleyenlerin, biri anlatanların, biri bu masalı yazanların başına.” dedi nine, masal bitti. Çocuk adamın şakın bakışları arasında kalktı yavaş yavaş kapıya yöneldi. Tamirci bağırdı; ”Dur nereye? Daha içmedin bile.” Adam önce bardağa sonra dışarı çıkan çocuğa baktı. Aceleyle cebinden üç beş kuruş çıkarıp çocuğun buz gibi elinin ortasına koydu. Sokağa adım atar atmaz ıslık çalan bir rüzgar hışımla yerden kar tanelerini kaldırdı, ne yere düşen paranın sesini ne de gökten düşen üç elmanın sesini kimse duydu.

Elleri ceplerinde, boyunlarını iyice yakalarına gömmüş telaşlı insanlar arsında yürüdü sokaktan sokağa. Ziller çaldı, kapılar tıklatıldı. Evlerine girenler sıcacık bir hava, lezzetli kokularla karşılandı. Evlerinin kapısını soğuğa, sokağa, yüreklerdeki sıkıntıya, vicdanı yaralayan manzaralara karşı sımsıkı kapattılar. Bütün yolları, caddeyi, kaldırımları, yıldızları, karı, ayazı, yalnızlığı çocuğa bıraktılar.

Ayakları beton kütüklere dönen boyacı ne kadar yürüdüğünü, nerede olduğunu bilmiyordu. Her sokak lambasının altında başka bir hikâye anlatan nineyi takip ediyordu sadece. Rüzgâr arada bir ıslak bir el gibi yanaklarına vuruyordu. Kar ayaklarını tutuyor, sırtına biniyor bir pehlivanla güreşir gibi güreşiyordu zayıf rakibiyle. Birden sendeledi, kayıp düştü. Bir hayli uzağa yuvarlanan boya sandığını gözleriyle aradı, buldu. Bir canlıya bakar gibi, sadık bir dosttan ayrılır gibi hüzünle baktı. Sonra yeni yürümeye başlayan bir bebek gibi iki elinin üzerine yavaşça doğruldu. Arkasına hiç bakmadan yürüdü.

Çok üşüyordu, ısınmak için tekrar sıcak hayaller kurdu “Acaba hangi evlerde nineler vardır? “ dedi sokağa bakarken. Şu pembe ev mi, şu bahçe kapısı açık olan mı, yoksa iki katlı olanda mı? Bütün evlere baktı. Bahçeli olana karar verdi. “Evet,” dedi “olsa olsa burada olurdu, bu güzel bahçeli evde. Şimdi nine torununun ödevini bitirip yanına gelmesini bekliyordur. Başköşeye kurulmuş, elinde bir meyve tabağı, belki örgü şişleri… Benim de böyle bir ninem olsaydı…” Sonra ad koydu hayallerindeki nineye “Masal Nine!” dedi ona. Hatta dudakları kıpırdadı uzun zaman sonra “Masal Nine! “dedi tekrar.

Evin tam karşısına oturdu, karlar üzerine yumuşak bir mindere oturur gibi. Artık sokaktaki evlerin ışıkları tek tek kapanıyordu. Kapının önünde bir karaltı fark etti birden. El salıyordu birisi sanki. Kimdi bu? Dikkatle bakınca orta boylu, hafif tombul bir nine gördü. Eli hâla havada, ona gel der gibi sallıyordu. Artık emindi bir nine onu çağırıyordu. Bir nine çağırırdı da o gitmez miydi? Ayaklarına rağmen, kara, soğuğa rağmen gitti. Yanı başına çöktü. Zorlukla nefes alıyordu. “Masal ninem! “dedi. Sımsıkı sarıldı, başını ona yasladı. Yumuşacık şefkatli bir el, saçlarını karıştırdı, yüzünü okşadı. Gözlerini kapattı.

Bahçeli evin penceresinden püsküllü atkılı kocaman kardan adamına sevinçle bakan bir çocuk için masal bitmiş tatlı bir uyku vakti gelmişti. evin ışıkları kapandı. Kardan adamın kollarındaki çocuk içinse soğuk ve sonsuz bir uyku başlamıştı.

Start typing and press Enter to search

Skip to content