ELDEKİ, AVUÇTAKİLERLE…

Print Friendly, PDF & Email

Resimleyen : Derya Kurt Çakmak

Masalı Sesli Dinle

Çok eskidendi ama taptazeydi,

Bir elinde vardı, diğerinde yoktu,

Bazen görünüyor, bazen saklanıyordu,

Uzak bir yerlerde, gizli bir köşede,

Tanıdığımız biriydi…

Küçük bir kasabada yaşayan Afşin demirci ve aynı zamanda da taş ustasıydı. Atölyesinde demir dövme bıçaklar, oraklar, tırpanlar, at nalları, kapı kolları yapardı. Ama en sevdiği iş bakır keskisi ve çekici ile kireç taşını keserek yaptığı tuğlalardı. 

Afşin’in yaptığı işler zordu; ustalık gerektirdiği kadar sabır ve dikkat te gerektiriyordu. Ama Afşin severek çalışıyordu. Tüm zamanını işine adamıştı. Kendi kasabasının ve komşu kasabaların en sevilen, en çok tercih edilen, bol bol takdir edilen ustasıydı. Atölyesinin sadece kapısında küçük bir penceresi vardı. Duvarlarını kendi kestiği kireç taşı tuğlalardan ördürmüştü, kilden yapılmış kocaman kuyu şeklindeki ocağı ve  davlumbazına nazaran küçücük atölyesinde çalışırken çok keyif alıyordu. Sol elindeki uzun maşası ile ocağında kızdırdığı demiri, örsün üzerinde sağ elinde tuttuğu çekici ile döverken adeta ritimli bir enstrüman çaldığını hissederdi. Alnından akan terler yanaklarından süzülür, çenesinden damlardı. Keten kumaştan gömleğinin göğsü ve sırtı terden sırılsıklam olurdu. Kaşlarının ortasında hiç çözülmeyen bir düğüm, yanaklarında yaşının getirdiği oluklar vardı. Kireç taşından kayaları bakır keskisi ile keserken de sol eliyle keskisini tutar sağ eli ile çekicini sallardı. O kadar dikkatli ve özenle keserdi ki kayaları yaptığı bütün tuğlalar aynı ölçülerde olurdu. 

Afşin için çalışmak nefes almak demekti, kalp atışı demekti, yaşamak demekti. Başka türlü nasıl yaşanır bilmiyordu ki, başka türlü yaşamamıştı ki. Çalışmadan yaşayamazdı ki.

Diğer günlerle aynı olan bir günde Afşin atölyesinde duvarın dibindeki minderine oturmuş, kasabanın berberinin yaptıracağı yeni evi için taş kesiyordu. Atölyesinin kapısı üç sefer tıklatıldı. Afşin şaşırdı çünkü kasabalılar ve komşu kasabalılar Afşin’in kapısını çalmadan girerlerdi, Afşin’in kapısı herkese açıktı, bunu herkes bilirdi. Şaşkınlıktan elindeki işini bıraktı, yüzünü kaldırdı, gözlerini kapıya dikti ve kısık bir sesle “Buyurun” diyebildi. Kapı yavaşça açıldı ve kapıda; başındaki başlıktan ayak topuğuna kadar, ceviz yeşili kök boya ile boyanmış pelerini olan bir kadın silueti belirdi, aynı zamanda açılan kapıdan kadının bedeninin etrafından içeriye ışık huzmesi hücum etti. Güneş ışığı kadının arkasından atölyenin içine aktığı için gelen kadının yüzünü seçemedi Afşin. 

İkisi de bir süre birbirlerinin konuşmasını beklediler. Afşin şaşkınlığından susmaya devam etti. Sessizliği kadın bozdu; “Merhaba, benim adım İynem, çok uzaklardan geliyorum, geçtiğim her yerde en iyi demirci ustasını aradım, hislerim ve ayaklarım beni size getirdi. Benim iki tane bakır bilekliğe ihtiyacım var, benim için yapar mısınız?” diye sordu. Afşin dikkatini toplayıp kadının söylediklerini anlamaya çalıştı; “Size yardımcı olmak isterim ama ben demir ustasıyım, demir dövüyorum” diyebildi. İynem; “Demiri döven bakırı da dövebilir, lütfen bana yardımcı olun, sizi buluncaya kadar, buraya gelinceye kadar çok dolaştım, çok bekledim” dedi. Afşin o güne kadar hiç görmediği, tanımadığı yüzünü bile seçemediği kadına karşı nedense bir yakınlık hissetti, ellerinin terlediğini, hızlı hızlı nefes aldığını ve kalbinin çarpıntısını fark etti, derin bir nefes alıp; “Size gerçekten yardımcı olmak isterim, bakırı dövebilsem bile dövecek bakırım yok ki” diyebildi.

İynem çaresizliğinin verdiği cüretkârlıkla; “Anlıyorum, ama elinizdeki bakır keskiden benim için ihtiyacım olan bileklikleri yaparsanız size minnettar olurum” diye ısrar etti. 

Afşin tek bakır keskisinden vazgeçemezdi, ondan vazgeçmek demek taş kesmekten vazgeçmek demekti, yaşamaktan, nefes almaktan vazgeçmek demekti. Zihninden “Hayır” olarak gelen cevabı dudaklarından “Tamam, mademki o kadar çok ihtiyacınız var, keskimden sizin için iki tane bileklik yapacağım” olarak çıktı. İynem “Çok teşekkür ediyorum, bunun benim için anlamını tarif edebilmem mümkün değil, yedi gün sonra tekrar geleceğim” dedi ve arkasını dönüp gitti.

Afşin atölyesinde bir başına kalakalmıştı, o güne kadar atölyesinde hep bir başınaydı ama bunu ilk defa fark etmişti. Bakır keskisine baktı ve kendi kendine; “Elimde avucumda olan tek bakır keskim bu” diye düşündü, sonra da hiç düşünmeden kuyu şeklindeki ocağında sönmek üzere olan kömürleri  körükle harladı.

Kömürler kor ateş kızılına dönmüştü, ocağın sıcaklığı bütün atölyeyi ısıtmıştı. Afşin sol elindeki uzun maşasıyla tuttuğu bakır keskisini kömürlerin arasına daldırdı, keski sıcaktan yumuşamaya başlamıştı, Afşin’in gözü bakır keskideydi ama aklı ve kalbi az önce gelen kadındaydı; “Adım İynem” demişti, ne demekti acaba İynem? Yüzünü de hiç görememişti, nasıl birisiydi acaba?  Afşin’in tüm dikkati kadındaydı, maşayı sımsıkı tuttuğu eli farkında olmadan gevşedi, maşanın ucu açıldı ve bakır keski maşadan kayıp kor gibi sıcak kömürlerin içine düştü. Afşin kömürlerin arasındaki bakır keskiyi yine hiç düşünmeden boşta olan sağ eliyle avuçladı; o güne kadar hiç hissetmediği, tarifi mümkün olmayan bir acıyla eli sımsıcak keskiye yapıştı, kor gibi yanan kömürlerin sıcağı derisini kavurdu. Can havliyle elini ocaktan çıkardı, elinde tuttuğu bakır keski ile beraber elini, dövdüğü demirleri soğutmak için ocağın yanında duran, içi su dolu tahta kovaya soktu. Elini suya sokmasıyla birlikte hem keskiden, hem de elinden buhar dumanı püskürdü, yükselip yüzünü kapladı, burnuna yanan etinin kokusu doldu. Acıdan avazı çıktığı kadar bağırdı, vücudu tırnaklarına kadar kasıldı, hayatında ilk defa acıdan ağladı. Birkaç saat öylece bekledi. Elindeki acı tüm vücudunda zonkluyordu, kalbi adeta elinde atıyordu. Sonra derin bir nefes aldı; suyun içindeki avucunu açtı, kömür ateşinde yumuşadığı için eğri büğrü hale gelen bakır keski avucunun içindeki derileri ile beraber kovanın dibine düştü. Afşin elini çıkardı, bir süre sadece eline baktı; parmaklarının birbirine yapıştığını fark etti, açmaya çalıştı ama parmaklarındaki etler ayrılmıyordu, eli hala acıyordu ama kalbi de acımaya başlamıştı, çekicinin sapını tuttuğu sağ eli bu haldeyken bir daha demir dövemez, tuğla kesemezdi, İynem’e söz verdiği bakır bileklikleri yapamazdı. Bu sefer çaresizlikten ağladı. Gözlerindeki tüm yaşlar akıncaya kadar,  göz pınarlarındaki son gözyaşı tanesi de süzülünceye kadar ağlamaya devam etti. Sonra elini sardı, kat kat sardı, defalarca dolayarak sardı. Hiç açılmamak üzere sardı.  

Ertesi gün yeni kesilmiş tuğlalarını almak için kasabanın berberi Bumin geldi atölyesine, Afşin’i o halde görünce ne olduğunu sordu, Afşin başından geçenleri anlattı ve artık demir dövemeyeceğini, tuğla kesemeyeceğini söyledi. Afşin’in başından geçenleri berberin öğrenmesi demek tüm kasabanın, hatta komşu kasabaların öğrenmesi demekti. Bumin’in berber koltuğuna oturanlar duydukları olayı tekrar tekrar sorup anlattırıyorlardı, sonra da kendilerince yorum yapıyorlardı; “Afşin’de bakır bilekliği yapmayı kabul etmesiymiş canım”, “Mademki bakır keski kor gibi yanan kömürlerin içine düşmüş maşa dururken ne diye eliyle alıp çıkarmış”, “Biz de onu usta bilirdik, nasıl da düşürmüş bakırı ateşe”… Kasabanın berberi Bumin, berber koltuğunda tıraş olan, bir yandan da kendilerince ahkâm kesen herkese aynı cevabı veriyordu; “Sizin de başınıza beklenmedik şeyler gelebilir, canınız yanabilir, sadece kendinizi rahatlatmak için böyle konuşuyorsunuz ama böyle konuşmak sizin başınıza böyle şeyler gelmesini engellemez, sakın gidip Afşin’e de bu tarz şeyler söylemeyin, derdine derman olmazsınız, sadece yarasına tuz basarsınız”.

Afşin yedi gün boyunca hiçbir şey yapmadan bekledi, elinde acı, kalbinde çaresizlik, ruhunda boşlukla… Yedi gün sonra İynem tekrar geldi, atölyenin kapısını yine üç sefer çaldı, sessizlikten başka hiçbir şey duyamadı, ama yine de kapıyı açıp içeriye girdi. Afşin’i duvarın dibinde yerdeki minderde otururken gördü, elindeki sargıyı fark etti, gözleri karşıdaki duvarın önündeki tahta masanın üstünde duran, eğri büğrü haldeki bakır keskiye ilişti. Neler olduğunu tahmin etti. Afşin’in yanına oturdu ve sadece bekledi. Afşin o gün ve o gece hiç konuşmadı. İynem beklemeye devam etti. Ertesi sabah Afşin sessizliğini bozdu, olanları anlattı, tekrar ağlamaya başladı; “Ben ne yapacağımı bilmiyorum”, “Elim bu haldeyken, elimin derileri lime lime dökülmüşken, parmaklarımın etleri birbirine yapışmışken sana söz verdiğim bileklikleri yapamam, artık hiçbir şey yapamam, elim bir daha eski haline dönmeyecek” dedi.

İynem pelerinin başlığını  omuzlarına indirdi, Afşin İynem’in kestane rengi dalgalı saçlarını, buğday rengi tenini,  pembe yanaklarını ve pembe dudaklarını, kahverengi gözlerini ilk defa gördü,  İynem Afşin’e gülümseyerek baktı. Afşin kalbinin tekrar attığını hissetti. İynem Afşin’e şefkatle bakarak konuşmaya başladı; “Söylediklerinden sadece elinin bir daha eskisi gibi olmayacağı doğru, diğer söylediklerin sadece senin inandıkların, sen nasıl inanırsan öyle olur”. Afşin; “Ben gerçekleri söylüyorum, ben istemez miyim elimi eskisi gibi kullanabilmeyi, eskisi gibi demir dövebilmeyi, tuğla kesebilmeyi, en çok ta sana söz verdiğim bakır bileklikleri yapabilmeyi?” diye sitem ve hüzünle karışık duygularla cevap verdi. İynem Afşin’e; “Ben de senin yaşadıklarının benzerlerini yaşadım, geldiğim köy kayalıklardan oluşan bir yamaçtadır. Yamacın tepesindeki kayaların arasındaki kovuklarda bal arıları yuva yaparlar, benim tarlam, tabanım yoktu; o yüzden ineğim, koyunum da yoktu, sadece küçük bir bostanım ve tavuklarım vardı, dik kayalıklara tırmanıp, aralarındaki kovuklardan bal toplayıp satardım, bu sayede geçimimi sağlardım. Keskin kenarlı dik kayalara tırmanırken düşmemek için kendimi belimden iple kayalara bağlardım. Bir gün bel bağladım kayanın kenarı o kadar keskinmiş ki beni tutması gereken ipi kesti, bel bağladığım ip elime geldi, metrelerce aşağıya düştüm, yuvarlandım. Düşerken ellerimle tutunmaya çalıştım, ellerim paramparça oldu, bileklerim kırıldı. Ellerimi ve  bileklerimi sardım, aylarca kimseyle konuşmadım. Sonra ellerimdeki yaralar iyileşti, bileklerimdeki kırıklar kaynadı ama ellerimi ve bileklerimi kendim sardığım için sararken kemiklerimi düzeltemedim, aynı senin ateşten çıkardığın bakır keski gibi benim de bileklerim eğri büğrü. Bu haliyle kayalara tırmanamıyorum. Aylarca çaresizliğime ağladım, sonra bal toplarken gördüğüm bir mağara aklıma geldi, oraya gidip tek başıma kalmak istedim. Mağaraya girdiğimde içerisi çok karanlıktı, önce hiçbir şey göremedim, bir süre sonra gözlerim karanlığa alıştı ve mağaranın içinde üzeri örtülü bir şey olduğunu fark ettim. Önce örtüyü kaldırmaya cesaret edemedim bir süre bekledim, sonra cesaretimi toplayıp örtüyü kaldırdım, örtünün altından kapkara bir ayna çıktı, aynada kendime ellerime ve bileklerine baktım; bileklerim yamuktu, eski gücü yoktu, ama hala benim bileklerimdi. Bileklerime güç katabilmek için bakır bileklikler yaptırmaya karar verdim ve yolum beni sana getirdi.” dedi.

İynem sonra da mağaranın yerini Afşin’e tarif etti, tekrar geleceğini söyleyerek atölyeden çıktı ve gitti. Afşin bir süre mağaraya gidip gitmemekte kararsız kaldı; acaba elimi tekrar kullanabilir miyim, parmaklarım tekrar birbirinden ayrılır mı diye düşünüyor aynı zamanda da aynada eline tekrar bakmaktan korkuyordu. En sonunda mağaraya gitmeye karar verdi, yollara düştü. İynem’in tarif ettiği yerde gerçekten de bir mağara buldu, derin derin birkaç nefes alıp mağaradan içeriye girdi. Önce hiçbir şey göremedi, burnunda mağaranın ıslaklığını hissediyordu, tüm vücudu mağaranın soğuğundan ve korkusundan titriyordu. Birkaç saat sonra gözleri mağaranın karanlığına alıştı, biraz daha ilerledi ve İynem’in tarif ettiği üzeri örtülü aynayı buldu. O da bir süre örtüyü kaldırmaya cesaret edemedi. Ama sonra tekrar derin bir nefes alıp örtüyü sıyırıp yere indirdi.  Örtünün altından kapkara bir ayna çıktı; aslında aynanın mağara karanlık olduğu için kapkara göründüğünü anladı. Aynada kendisine ve sargılı eline baktı. Elindeki sargıyı çözüp çözmemekte hala tereddüt ediyordu. Sonra İynem’i düşündü, kalbi yine ısındı, kalbine cesarette doldu. Elindeki sargıları döndüre döndüre açmaya başladı, ne kadar da çok sarmıştı farkında olmadan, ne kadar da uzun süredir açmamıştı sargıları. Sargıları tamamen açtığında aynada elline baktı. Elinin derilerinin eciş bücüş, eğri büğrü iyileştiğini fark etti. Ama parmakları hala yapışıktı, hala birbirinden ayrılmıyordu. Bir an oraya boşuna geldiğini düşünmeye başladı, çaresizlik tekrar kalbine çöreklendi.  Sonra eline tekrar baktı; elinde çekici ile demir dövdüğü ve çekici ile keskisine vurduğu günleri hayal etti, hayali adeta gözünde canlandı, o anda heyecanla bir şey fark etti, heyecanından çığlık attı; demir döverken ve taş keserken çekicinin sapını tutmak için zaten parmaklarını yan yana bitiştiriyordu, parmaklarını birleştirerek sımsıkı tutuyordu çekicinin sapını. İynem doğru söylemişti; gerçek olan sadece parmaklarının yapışık olduğuydu, geri kalanlar sadece kendisinin inandıklarıydı, kendisini neye inandırırsa öyle olacaktı, öyle yaşayacaktı.

Afşin atölyesine döndü, ocağını tekrar yaktı, sol elinde tuttuğu maşasıyla eğri büğrü haldeki bakır keskisini tekrar kor alevlerin içine daldırdı, ateşten yumuşayan bakırı sağ elindeki çekici ile bir davul çalar gibi defalarca dövdü, iki tane çok güzel bakır bileklik yaptı, kırmızı kadifeden bir örtüye sardı, İynem’in gelip bilekliklerini almasını beklemeye başladı.

Onlar ermiş muradına, bizler de bakalım mı üzeri örtülü aynalarımıza?

Start typing and press Enter to search

Skip to content