BUZ DAĞININ KRALİÇESİ

Print Friendly, PDF & Email

-Sahiden gidecek miyiz onun yanına? Ya bize bir şey yaparsa, o zaman ne olacak?

-Yanına gitmezsek de bize bir şey olacak, biliyorsun. Onun izni olmadan birlikte olamayız. Eğer ondan habersiz bu ilişkiyi devam ettirirsek ikimizi de ayrı dünyalara sürgün edecek ve bir daha asla kavuşamayacağız.

-Biliyorum ama onun yanına gidince başımıza neyin geleceğini bilmiyoruz. Ya o zaman da bize zarar verirse?

-Hep ihtimallerden bahsediyorsun Şita ama çok emin olduğumuz bir şey var: Yanına gitmezsek kavuşamayız.

-Yanına gidersek de kavuşamayabiliriz. Bu ihtimal beni öldürüyor Sayf, anlasana. Kaçalım, uzaklaşalım bu ülkeden.

-Nasıl kaçarız Şita? Daha birkaç saat yol alamadan yakalanırız ona. Hatırlamıyor musun Tomrislerin başına geleni? Kaçmaya karar verdikleri gece feci şekilde can vermişlerdi. O… Her şeyden haberdar oluyor; hem de hemen.

-Nasıl unutabilirim ki? En yakın dostlarımızdı onlar. Peki, gidelim o zaman. Başımıza her ne gelirse gelsin şunu asla unutma: Seni şimdiye kadar çok sevdim, bundan sonra da sevmeye devam edeceğim.

-Ben de Şita, ben de sevgilim…

Sırtlarında postlar, ayaklarında kalın yünlü botlar yola koyuldular. Her ikisi de birbirine sokulmuş düşünceleriyle baş başaydı. Korku, öylesine büyük bir duyguydu ki… Sevdiğini sonsuza dek kaybetme fikri öyle bir derin kuyuydu ki… İnsan sevmekten korkuyordu. Kendisi için değil elbet ama ne fark ederdi ki sonuçta biri üzülecekti.

Her ikisi de sessizliği bozmaktan deli gibi korkuyordu. Sanki ıssızlığı delip geçen sesleri aralarındaki bağı da kesip atacaktı. Şita konuşmaya başladı tüm cesaretini toplayarak:

-Eğer bir gün… Bana bir şey olursa… Çok üzülür müsün?

-O nasıl söz Şita! Ne demek üzülmek? Sensiz ben nefes alamam, yaşayamam ki.

-Öyle deme Sayf. Benimle doğmadın ki benimle ölesin. Ve üzülme de. Ben senin mutlu olmanı isterdim, ölmeni değil.

-Biliyorum ama sensiz bir hayata nasıl tahammül edebilirim? Hem de sana ilk kez bu kadar yaklaşmışken. İkimize de bir şey olmayacak, çıkar bunu aklından tamam mı Şita?

-Peki…

Aslında her ikisi de sadece gerçeği perdeliyorlardı. Bir şeyi görmezden gelmek o şeyin varlığını daha çok hissettiriyordu oysaki. Gözler her daldığında, diller her sustuğunda, algılar her kapandığında… “Ben buradayım!” diye haykırıyordu.

Yürümekten bir hâl olmuşlardı. Vücutları soğuktan titriyor ve umutları her geçen saniyede tükeniyordu. Buz Kraliçesi’nin şatosu hayal meyal görünmeye başlamıştı. Bir tarafları umutla yeşerirken diğer tarafları endişeyle soluyordu. Zaten beklemek de böyle bir şey değil miydi? Bir tarafı can çekişirken diğer tarafı yaşamak için savaşmaz mıydı insanın? Galibi ve mağlubu olmayan bir harpti bu.

-O şatodan içeri girdiğimiz andan itibaren birbirimizi bir daha asla göremeyebiliriz, biliyorsun değil mi Sayf?

-Neden bu kadar kötümser olmak zorundasın Şita? Senden asla ayrılmayacağım, başıma ne gelirse gelsin…

-Kötümser değilim, sadece gerçekçiyim. Bunun sen de farkındasın, neden inatla görmemeyi seçiyorsun?

-Çünkü beni ve tüm bu ihtimalleri aşan yüce duygu bunu hak ediyor. Anlamıyor musun sahiden?..

-Belki de ben seni yeterince sevmeyi beceremiyorumdur… Hak etmiyorumdur o duyguyu. Ben seni, sensiz sevmeye razıyım gel geri dönelim… Sana bir şey olacak olursa…

-Bana hiçbir şey olmayacak. Sana bir şey olmasına da izin vermem, korkma.

-Anlamıyorsun, ben bana bir şey olmasından korkmuyorum. Hatta hiçbir şeyden korkmuyorum. Yalnızca karşı koyamadığım bu dürtü beni ürkütüyor.

-Geri dönmek için çok geç, ayrılmaksa çok zamansız olur…

-Seviyorum, dediğin insan illa yanında mı olmalı, onu sevdiğini göstermek için ona dokunmak mı zorundasın ya da o, bunu bilmeli mi? Aşk bedenler arası bir ilişki değil; yürekler arası bir köprüdür… Gel, geri dönelim.

-Yani benden hemen vazgeçebiliyorsun öyle mi? Hem de ne olduğunu dahi bilmediğimiz bir şey yüzünden. Beni seviyor musun Şita?..

-Seviyorum tabi ki. Vazgeçtiğim de yok senden ama…

-Ama diye bir şey yok Şita; başka bir seçenek yok!

-Peki…

Hava iyice soğumuş, kar bastırmış, tipiden göz gözü görmez olmuştu. Hava olayları böyle bir şeydi belki de… İnsanın yüreğine esir ettiği duyguları boca ediyordu başından aşağı. Şatoya çok yaklaşmışlardı. Sayf önde, Şita’nın elini tutmuş, bir gölge gibi yol alıyorlardı. Buz Dağının Kraliçesi onları kapıda karşıladı:

-Ben de sizi bekliyordum. Sınavınıza hazır mısınız?

Ses tonunda cevap beklediğine dair en ufak bir emareye bile rastlanmıyordu. Devam etti:

-Sizi önce Uzun Yol karşılayacak. O yolu birlikte geçmelisiniz. O yolu geçtikten sonra karşınıza beyaz bir gül çıkacak, ona en çok değer verdiğiniz şeyi armağan edeceksiniz. Ardından bir papatyanın yanına ulaşacaksınız, ona en kıymetli sırrınızı fısıldayacaksınız. En son adımda karşınıza bir kapı çıkacak. O kapının da üç ayrı çıkışı var. Ya oradan birlikte çıkacaksınız ya da o kapılardan iki farklı insan olarak ayrılacaksınız. Kabul ediyor musunuz?

Sayf, iyice kendinden geçmişti. Dayanacak gücü kalmamıştı artık. Sabırsızlığı onun düşünme yetisini çekip almıştı sanki. Hiç düşünmeden atıldı:

-Hazırız!

-Peki ya o, hazır mı?

Buz gibi bakışları Şita’nın üzerinde delici bir etki uyandırıyordu. Bu şeyi yalnızca Sayf için yapıyordu:

-Elbette hazırım.

-Peki, yol sizin…

Sayf ve Şita elleri birbirine kenetlenmiş vaziyette sonu görünmeyen yolda yürümeye başlamışlardı. Yol, o denli kasvetliydi ki insanı hiç olmayacak düşüncelerin uçurumuna itiyordu. Sorgulayışlar başlıyordu. Tüm hayatlarını, tüm hayallerini sorguluyorlardı. Hayatta birçok insanın yürüdüğü yola benziyordu bu. Bazı kararlar alınacak ve bazı hatalar yapılacaktı. Yoldaki çukurlar iyice artmıştı. Taşlar ayaklarını acıtıyordu. Dışarıdaki soğuktan eser kalmamıştı, iyice sıcaklıyorlardı. Tahammülleri azalıyordu.

-Şita, ellerim terledi.

-Benim de…

-İstersen elini bırakayım.

-Bilmem…

-Aa… Geldik, bak! İleride parlak bir şey var. Hadi son bir gayret…

-Biz hiç düşünmedik ama ona verebileceğimiz kıymetli bir şey yok ki yanımızda. Birbirimizden başka hiçbir şeyimiz yok.

-Benim verebileceğim çok kıymetli bir şey var ama canın yanacak…

-Benim canımın senin yanında bir kıymeti yok ki.

Uzun Yol tamamlanır tamamlanmaz muhteşem bir gül kokusu yayılmıştı etrafa. Gül, kendi başına bir tablo gibi duruyordu işte orada. Sayf, Şita’ya yaklaştı:

-Bana elini ver sevgilim.

Şita, elini uzattı usulca. Sayf, cebinden çıkardığı çakıyla bir çizik attı en kıymetlisinin eline. Bir iki damla kan sızdı çizikten. Yaklaştılar güle.

-Sana verebileceğim en kıymetli şey bu Sevgili Gül. En kıymetlimden… Sana armağanımız bu. Kabul et lütfen.

Gülün yaprakları açıldı son raddesine kadar. Kan damlası süzüldü ve düştü yapraklarına, narin ve usulca… Kızıla boyandı gülün yaprakları… Kıpkırmızı oluvermişti gül. Tekrar kapandı yaprakları. Bir goncaya dönüşüverdi.

O günden sonra yeryüzünde kırmızı güller bitmeye başladı. Her kırmızı gül bir sevgiliden derin bir iz taşıyordu bedeninde, dikenler muhafızlığını yapıyordu yaprakların…

Yürümeye devam ettiler. Elleri yanlarında, başları önde yürüyorlardı. Sorguluyorlardı belki de hâlâ bir şeyleri. Bu kadar zorluğa değecek miydi? Gerçekten sevmek mümkün müydü? Sevginin ölçütü neydi? Birini sevmek demek onun yanında olması anlamına mı gelirdi? Neydi sahiden sevgi? Aşk neydi? İnsan bile bile bir yalana aldanır mıydı?

Yürümek istemiyorlardı. Bitap bir hâldeydiler. Şita’nın elindeki çizik duruyordu öylece. Sayf’ın çakısı cebindeydi; kızıllaşmıştı cebi hafifçe. Belki de tüm bunların hiçbir manası yoktu. Bir amacı yoktu. Sevgi diye bir şey yoktu…

Boynu bükük papatya onları bekliyordu. Sanki eğilmiş, kulağına fısıldanacak şeyi duymak için sabırsızlıkla kıpırdanıyordu. Önce Sayf eğildi papatyanın yanına. Fısıldadı:

-Belki de beni artık sevmiyordur…

Çekildi usulca. Şita’ya baktı son bir kez. Koyu kahverengi gözlerine… Orada bir şeyler aradı; tanıdık bir şeyler… Yoktu…

Şita da fısıldadı papatyanın kulağına:

-Belki de beni hâlâ seviyordur…

Papatya o günden beri bir aşığın en değerli sırdaşı olmuş ve en özel sırrı kulağına fısıldamaya başlamıştır: “Seviyor, sevmiyor…”

Artık sona varmışlardı. Asıl gerçeklik onları bekliyordu. Sonsuza dek birlikte olabilecekleri gibi sonsuza dek ayrı da kalabilirlerdi. Taştan örülmüş duvarların bitiminde devasa bir kapı onları bekliyordu. Elleri birbirine değmiyordu bile. Kapının önüne gelince durdular, bakıştılar. Şita, denize düşen bir kar tanesi gibi kaybolup gitmişti Sayf’ın gözlerinde. Sayf, Şita’ya baktı, koyu kahverengi gözlerine… Bedenini saran bir avuç topraktı sanki o gözler… Bir ara elleri birleşecek gibi oldu, sonra vazgeçtiler. Adım adım yürüdüler bilinmezliğe. Ne olacağını bilmeden, var olanı yok sayarak… Öyle bir gidişti işte. Kapıdan adım atar atmaz kalpleri sızladı ikisinin de. Ateş gibi sıcak, buz gibi soğuktu o his… Buza değmiş gibi yanıyordu kalpleri. Diz çöküp kaldılar öylece. Buz Dağının Kraliçesi yükseldi önlerinde. Yüzünde delice bir gülümseme vardı:

-Birbirinizi hak etmediğinizi biliyordum. Bir yola birlikte çıkabilirsiniz fakat yürüdüğünüz yol değiştikçe siz de değişirsiniz. Uzun Yol’da yürürken zorlanmaya başladınız. Birbirinizden sıkıldınız. Sonra aşkınız için fedakârlık yapmanız gerekti, kendinizden ödün vermek yerine karşıdakinden bir şeyler beklediniz. Birbirinize olan bakış açınız giderek değişti. En sonunda da şüpheye düştünüz. Birbirinizden emin olamadınız. Sevgi, sınanabilecek basit bir şey değildir; sınarsan, sınanırsın… Ben, sevdiğim adamı bu uğurda kaybettim. Beni gerçekten sevip sevmediğini bilmek istemiştim. Ondan yapamayacağı şeyler istedim ve o öldü… Hem de benim yüzümden donarak öldü. Şimdi sizin de kalpleriniz ölecek. Bundan sonra kalbinizin yerinde buzdan bir şey taşıyacaksınız. Şimdi gidin yolunuza…

İki ayrı kapıdan, iki farklı insan olarak çıkıyorlardı şimdi. Ne kışı yaza döndüren Sayf kalmıştı geride ne de yazı kışa çeviren Şita… Birbirinden habersiz iki genç duruyordu karşı karşıya. Koyu kahverengi gözleri bilinmezliğe bürünmüş genç kız konuştu:

-Sen kimsin, neyi arıyorsun?

-Neyi aradığımı bilmiyorum ama ben Şems. Sen kimsin? Buraya nasıl geldin?

-Ben Kamer. Buraya nasıl geldiğimi bilmiyorum. Ama aradığım bir şey var galiba…

-Sen de neyi aradığını bilmiyorsun…

-Evet ama arıyorum…

-Peki, o hâlde ben seni yolundan alıkoymayayım. Umarım aradığını bulursun.

-Belki senin de aradığın bir şey vardır. Sen de durma…

Şems doğuya, Kamer batıya döndü yüzünü. O günden sonra Şems ve Kamer bir daha bir araya gelemediler. Aynı yolun iki farklı yolcusuydular artık. Yeryüzüne düşen Güneş ve Ay’dılar onlar. Bir daha da asla buluşamadılar…

Start typing and press Enter to search

Skip to content