Sultan Asima’nın Yolu

Print Friendly, PDF & Email

Evvel zaman içinde

Ben gezerim düş peşinde

Bir rüyanın içinde

Döne döne kendim oldum

Vakti hengâmında, kalabalıkların içinde yaşayan bir sultan varmış. Padişah ve Valide Sultan’ın ölümüyle bir köye satılmış. Uzun süre yas tuttuktan sonra kendisine emanet edileni okumuş. Bu Sultan kurban olmamış hatta köyde pişmiş tavuğun başına gelmeyecek kadar güzel olaylara mührünü basmış. İşte o günden sonra ailesinden daha çok itibar kazanmış.

Gel gelelim olaylar şöyle cereyan etmiş:

Bir zamanlar Asima diye bir kız yaşarmış. Ailesinin tek varisi olan Sultan Asima, dillere destan bir güzelliğe sahipmiş. O kadar güzelmiş ki ay kıskanır, güneş dile gelirmiş. Onu gören hayvanlar yemeyi unutur, erkekler konuşamazmış. Adı gibi iffetli ve tertemiz yaşaya kendini adamış hoş bir hatunmuş. Tabi ki her ülkenin sultanı gibi müthiş bir disiplin içinde görgü kuralları verilmiş. Çok zeki olan Asima verileni hemen kaparmış. Fakat dillere destan olan güzel hayatı, artık yeterli gelmiyormuş. Her gün aynı saatte uyanmak, derslere girmek, ata binmek, ok atmak, çay içmek evet evet her şey çok güzelmiş de işte, insan olmak gerçekten bundan ibaret mi diye kendisini sorgular dururmuş. Sevgili babacığıyla konuştuktan sonra tüm ülkeye ferman gönderilmiş. Davullar, zurnalar ve koca koca atlar eşliğinde bir sürü nefer yola koyulmuş. Ferman da şunlar yazıyormuş:

“Duyduk duymadık demeyin!

Padişahımızın güzeller güzeli kızı biricik Sultanımız Asima için ruhuna iyi gelecek meşgaleler aranıyor. Lakin bu öyle bir şey olmalı ki Sultan’ı hem mutlu etmeli, hem de zekasına uygun olmalı. Bunu bulan ve Sultan’a öğreten kişi bin altının sahibi olacak.

Duyduk duymadık demeyin Sultan’ın zekasıyla dalga geçmeyin yoksa kelleniz balıklara yem ola!”

Bu çağrıya her bir diyar kulak kesilmiş. İğne tutanlar, ilim öğretenler, başka diyarların kültürünü gösterenler, at üstünde ok attırmak isteyenler, kuş dili konuşanlar, tek parmak üzerinde takla atanlar, ağzıyla kuş tutanlar hepsi sırayla saraya dizilmiş de Sultan Asima kimseleri beğenmemiş. Lakin bir gün Padişah’ın huzuruna üstü başı yırtık, alışılmış giyimlerden uzak, elinde bastonu, omzunda kaftanı, başında fesiyle kara kuru farklı bir adam girmiş.

“Söyle bakalım senin maharetin nedir? Yürümeye dermanın yokken yolu nasıl buldun merak ederim.”

Salon kahkahalardan yankılanmış. “Çok yaşa Padişahım!” diye nidalar yükselmiş.

“Padişahım eğer izniniz olursa kızınıza anlatmak isterim.” “Hay hay” demiş Padişah.

Sultan Asima, karşısındaki adamı görünce anlatacaklarını daha çok merak etmiş.

“Çok uzaklardan gelip, başka diyara geçecekken konaklamak üzere olduğum bir hanın içinde sizin çağrınızı gördüm. Benim ömrüm azaldı. Öyle bir ilime sahibim ki para versen alamazsın, istesen de cevherin yoksa kapamazsın. Hayatın boyunca kimseye muhtaç olmazsın. Kendime çırak arar dururdum amma öyle bir derya deniz ki bu yüzmeyi bilmezsen denizin dibini boylarsın. Eğer rızanız varsa size bunu öğretmek isterim.”

Anlattıklarının karşısında hayrete düşüp mest olan Sultan Asima ağzı bir karış açık bir şekilde “evet evet!” Diye haykırmış. Lakin Padişah bu şaibeli konuşmadan adamın ne öğreteceğini bile anlamamış.

“Sen bre ihtiyar daha ne öğreteceğini söylemeden benim rızamı nasıl almaya çalışırsın!”

Adam hala gizemini koruyarak hiç bir şey söylemeden yere bağdaş kurarak oturmuş. Sırtından çıkardığı rebabıyla anlatmaya başlamış. “Bir varmış bir yokmuş. Uzak diyarların birinde doğan bu adamın anlatacakları çokmuş. Gökten düşmüş bir elma, karşı bayırdan köye düşmüş bir dana!”

Adam bir anlatıcıymış. Ne hikmetse daha biraz önce ölümden bahseden adam anlattıkça canlanmış, kanlanmış, adeta boyu uzamış. Salonda ki herkesin ağzı açık kalmış. İşte o gün başlamış Sultan Asima ve ustasının yolculuğu. Her gün Asima yapması gerekenleri yapıp, koşarak Padişah’ın ustasına tahsis ettiği dağ evine gidiyormuş. Usta sanki ölüyor gibi hareketsizken, Sultanı görüp bir şeyler anlattığı vakit ruhuna kan üflenirmiş. Dik oturma dersleri, nefes alma egzersizleri, kainatı okuma, üçüncü gözüyle duymaya, hayvanları anlamaya kadar yüzlerce teknik öğretmiş. Asla masalları ezberletmemiş. Sultan Asima, Rebab çalmayı öğrendiğinde, üç sonbahar geçtiği vakit ustasından el almış. Ama nereden bilecekmiş ki o sabah diğer sabahlardan daha karanlık bir zamanmış.

Bugün ilk defa kalabalığa masal anlatacağı için, heyecandan saraydaki tüm dersleri kaçırmış. Neyse ki sevgili Validesi’nin ve Sultanı’nın elini öpüp icazet alınca içi huzura ermiş. Seke seke geçmiş yolları, şarkılar söyleyerek bayırlardan atlamış. Bugün emek verdiği maharetinden mezun olma günü, bugün dili raks ettirme günüymüş. Lakin dağ evine vardığı vakit ustası çoktan hakkın rahmetine kavuşmuş. Giderken ardında odunların üzerinde bir mektup ve kara kaplı bir defter bırakmış. Sultan Asima hem ağlamış hem okumuş:

“Artık bu sözlü anlatı sanatın mirasçısı sensin benim güzel Asima’m.” yazıyormuş. Yıllardır gezdiği her ülkeden hafızasına kazınan masal ve meselleri bu kara kaplı deftere geçirmiş. Artık bu kutlu kitabın sahibi Sultan Asima‘ymış. Ustası elbette sadece onu bırakmamış. Rebabını da emanet etmiş en güzele. Lakin ustası kılıfın içine “beni zorda kalmadan asla okuma!” Diye yazan bir not iliştirmiş.

Gözlerinde yaş dilinde duayla yolları çok zor yürümüş. Fakat kaderin sillesini daha yemediğini o an farketmiş. Geride ne saray kalmış, ne Valide’si, ne Padişah’ı. Her yer yağmalanmış, her taraf kuşatılmış. Sultan Asima, ağaçların ardında saklanan hırsızlar tarafından bir hışımla ata atılıp, bir köye satılmış. Allahtan Sultan Asima’nın üzerinde kaftanı olduğu için soylu olduğu anlaşılmamış. Ahıra atılan, köyünden çok uzaklarda olan bu kadın çaresizce ustasının notunu okumuş. “Yasını kırk gün kırk gece tut, her gün çal ve anlat. Ta ki nefesin seni terkedene dek!” Notun içinde bin altının olduğunu görmüş. Asima’ya öğrettiği sanatın bedelini yine Asima’sına emanet etmiş. Daha çok ağlamış, daha çok işine gönlünü adamış.

Sultan Asima, denileni yapmış. Yasını tutarken bir yandan da şifa dağıtmış. Her gün kendi gibi esirlere masallar anlatıp rebabını çalmış. Asima onlara yaşam enerjisi vermiş. Yaşamak hür olduğun vakitte anlamını bilememekken, zindan olunca külfet demekmiş. Allahtan Sultan Asima’nın dilinden süzülenler ve bölüştürdüğü bin altın ziyadesiyle esirleri mutlu etmiş.

Bir gün Asima dilinde masallar gezdirirken bu sese dışarıdan biri kulak vermiş. Soyluların en soylusu, bütün hükümdarların tek varisi olan Şehzade Behzad’dan başkası değilmiş. Huzuruna bu sesin sahibini istemiş. Kadın asla onlar için kılını kıpırdatmayacağını, sözün en güzelini hak edenlere anlatacağının üzerinde bastırarak durmuş. Lakin Şehzade Behzad’ın gitmesi gerekiyormuş. Yanında bu sesi güzel kadını götürmek için askerlerine emir vermiş. Halk o gideceği için ağlaşıyorken gariptir ki düşman bile iç geçirmiş. İşte demiş Asima “anlatmak böyle bir şeydir. Dilden kalbe akan bir köprü!”

Şehzade Behzad ve askerleri üç gün üç gece yol gitmişler. Kadın sesini bir kere dahi çıkarmamış. Günler ve geceler böyle akıp giderken bir gece vakti ormanın en güçlü hayvanlarından birinin saldırısına maruz kalmışlar. Her bir nefer korkularından bir yana dağılırken ardlarına bakmadan kaçışmışlar. Şehzade Behzad, avazı çıktığı kadar bağırsa da Sultan Asima dinginliğini kaybetmeden rebab çalıp şarkı söylemiş.

Ben sendenim korkma

Beni yabancı sanma

Diyar diyar dolaşan

Ustanın mirasçısıyım hatırla

Hayvan tanımış bu sözleri, ardına baka baka yuvasına dönmüş. Adam bu soylu harekete bir kere daha hayran olmuş. Lütfen demiş lütfen bir kere daha çal ve bir kere daha anlat. Zaman sonsuzluğa ermiş, gündüzler ve geceler anlamını yitirmiş. Doğum gerçekleşip ölüm bilinmezliğe girmiş. Ağaçlar sonsuza dek olgun kalırcasına meyve vermiş. Hayvanlar bir olup seyre dalmış. O an iki gönül bir olmuş. Sultan Asima sonunda başından geçenleri anlatmış. Soylu bir kanın diline dolananlar asil bir şerbet imiş. İkram edeni tatlandırmış, verdiğinin karşılığını kat be kat almış. Ve o günden sonra koca diyarların Sultan’ı ve Valide Sultan’ı olmuşlar. Sultan Asima ve Şehzade Behzad’ın güzeller güzeli üç kızı dünyaya gözlerini açmış. Her gece sema siyaha boyandığı vakit hanenin içi masallarla dolmuş, rebapla inlemiş. Böyle sözün sahibi olan bir diyardan da huzur eksilmemiş. Anlatıcılar çoğalıp dört bir diyara dağılmış ve böylelikle sözlü sanat ruhunu tüm insanlığa üflemiş.

“Onlar ermiş muradına, biz düşelim yarınlara.”

Gökten üç elma düşmüş. Biri Sultan Asima‘ya ve şefkatini esirgemeyen Validesine ve Sultanına, ikinci elma kaftanlı ustasına, son elma da masalı dilden dile aktaranlara gitmiş. Bu masal da burada sona ermiş.

Nermin Tunçer Erçalışkan

Start typing and press Enter to search

Skip to content