MASAL SOFRASI AÇILDI

Print Friendly, PDF & Email

“Çayın sıcak, oldu gel
Ocakta köz bitti gel
Tarlada kan domates
Sofraya geldi sen de gel “

İşte böyle bir davet manimi hızlıca yazarlar grubumuza yazdığımda, köyümün topraklarında bir bayram sonrasıydı. Anne ve babam da; pek çok kişi gibi özüne dönenlerden, sonradan doğdukları yere giden, oraları tekrar yurt tutan çoğunluk grup içerisindendi. Malatya toprakları onlar için kutsal topraklar gibiydi. Laf söyletmez, yorulunca ses etmez, ettirmezlerdi. Ki bilir bir köyü olan nasıl işi ağırdır köyün. Bir avuç arsa da olsa ev yapılır, bahçesi ağaçlandırılır. İşte bizimkiler de gidip kendilerine meşgale olsun diye oraya bir yazlık yaptılar. Yaptıkları yazlık bir köy evi. Ama ille bahçesi, ille bahçesi! Balkonu bahçenin içinde, bahçesi balkonla birleşmiş. Ben diyeyim teğet geçmiş, siz deyin balkon bahçeye kenetlenmiş. Üzüm, kiraz, vişne, erik, karadut, dut, ayva, şeftali ve kayısı ağaçları ile dolu… evin değil de bahçenin balkonunda yenir yemekler.

Ben de yukarıdaki maniyi espri olsun diye gruba yazdığımda kahvaltı sofrasını hazırlamış, ağaçları sulamaya gitmiş olan babamı bekliyordum. Dönsün de birlikte kahvaltı yapalım diye…

Sonra dedim ki içimden, grupta tam yirmi dört kişiyiz. “Hepsi burada olsa, alır mı bu balkon hepsini? Alır vallahi! Ben davet edeyim de…” dedim, maniyi yazıp gönderdim bir çocuk oyunu gibi!

“Yirmi dört kişilik sofra, buyurun! Her tabağa bir cümle düşse masalla ilgili, ne güzel olur!” diyerek bitirdim. İlk cümle benden gelsin de pusula olsun niyeti ile cümlemi ekledim.

“Masal; en güzel çocuk rüyalarının dile dökülmüş halidir.”

Gönül AKIN öğretmenimiz destekledi hemen. “Fikir harika, her tabağa bir cümle; ikinci cümle benden; masal gölgeler diyarındaki aynayı gün ışığına çıkarmak için yaptığımız gizemli yolculuktur” cümlesi ile gölgelerimize, karanlık tarafımıza gönderme yaptı. Umutla harmanladı…

Ah şu çocuk! İçimizde, biz büyüsek bile ilk duygumuzla birlikte orda hep kalan. Unutmamıştı işte oyun oynamayı. Oyunbazlık, oyunbozanlık olmazsa yirmi dörde değil yüz dörde bile tamamlanırdı. Çocukken de yapardık. Oyun oynamaya sokağa çıkardık. Bakardık yalnızız, hemen en yakın arkadaşımızın evine koşar; kapıda pencerede bağırırdık. Adını da avaz avaz haykırarak kısacık tekerlemesiyle “Mehtaaaap, papucu yarım, çık dışarıyaaaa oynayalım” derdik ya; aynı öyleydi. Sesimi duyanlar vardı. Ard arda da oyunuma katılıyorlardı. Nasıl bir mutluluk tarif edemem.

Sonra Şair Anne olarak tanıdığınız Sultan Serdar DOKSÖZ eşlik etti oyunuma. Herkesin cümleleri elindeydi sanki, hemencecik yazdı yolladı. Bilirsiniz, Şair Anne gülünce herkesin gönül kapısı açılır. Şirin bir gülümseyiş ve içindeki çocuk sevimliliği, sevinci ile “Masal insanın kendini keşfetme yolculuğunda kuytuları aydınlatan bir fenerdir.” diye yazdı. Aydınlığı taşıdı soframıza. Masallar öğreticiydi…

Handan KÖTÜĞ öğretmenimiz de sesimi işitenlerdendi. “Masal büyüklerin kendi çocukluğuna kapı aralamasıdır.” diyerek dördüncü cümleyle selamladı, günaydınladı hepimizi. Malatya’da çalıştığını biliyordum. Çağırsam gelirdi belki, o an akıl edemedim ki…

Elif ÖZCAN; üç dört dakika sonra “Günaydın masal ailem; beşinci cümle benden diyordu. Cümlesi de bize hitabı gibi sıcaktı. “Masallar hayallerin annesidir, masallar doğurur hayalleri!” diyordu. Ne kadar güzel bir cümle değil mi? İçimden iyi ki geldin Elif diyordum, mutluluk ölçerimin ibresi bir kademe daha ilerliyordu.

Bahar ARVASİ, yumuşacık ve sessizce oyuna katıldığında tam bir saat olmuştu. “Masallar zihin tembelliğimizi ortadan kaldırır ve bizi özgür kılar.” Meğer birlikte bir şeyler yapmayı ne çok özlemişiz. Altmış saniye sonraydı Şerife PAŞAYİĞİT hayırlar diliyor en mühim şeyi söylüyordu. “Masallar, şifa kapılarıdır. Gizli yaralarımızı iyileştiren efsunlara açılır.” Bu yedinci cümle ile benim masal kabım dolup boşalıyordu. Yürekten inanıyordum ben de şifasına.

Doktor Özgül KÖSE ise masalı bir yol olarak görenlerdendi. Yalnız bakış açısı farklıydı. “Masal açıkça anlatılamayan ve anlaşılamayanları, anlatabilme ve anlayabilme yoludur.” Hemen her masalcı yol kelimesini en az bir kez kullanmıştır aslında. Düşünürsek gerçekten de çok öz bir anlatımla anlatabilme ve anlayabilme yolu ve gizler dünyası denilebilirdi.

Yusuf DURU, dokuzuncu cümleyi kurduğunda masal soframa gelenlerin tabakları lezzetli cümlelerle dolmuştu bile. Elbette Şeref Konuğumuz Yusuf DURU’ydu. “Masal insanlık tarihinin hayal ve bazen de gerçek aynasıdır.” derken, ben düşünüyordum. Masallardaki gerçek olaylar ve hayallerin nasıl iç içe olduğunu. “Şerefyab olduk!” demesindeki nezaket ve oyuna katılırken kibir bilmeden, amaca katkısı ben de derin saygı uyandırıyordu.

Dedim ya masalcılar en az bir kez yol kelimesini kullanır diye, Fatma TUNA da “Masal, insanın kendine, benliğine ettiği en güzel seyahattir.” derken bana daha yakın bir yoldan bahsediyordu. Eğer fark edersek, masal içsel yolculukların en paha biçilmezi. Bizimle gelişen, bizimle ilerleyen bir yol. Tam onuncu cümleydi.

Bir yandan da; kuşların, kiraz ağacının en yüksekteki dallarında bulunan kirazlara hunharca dalışını seyrediyordum. Hemen her masala giren kuşlar, tüyünü teleğini masallarda dökerken; burada da kendilerini hatırlatmasalar yazımız sanki eksik olacaktı. Çevreme bakıyordum. Ağustos böcekleri deli gibi ses çıkarıyordu. Ormanlar Türkiye’mizin bir başka ucunda yanıyordu. Karadutlar şifaperver, balkona kendilerini bırakıyordu azıcık esen rüzgârla. Lekeleri mor mor yerde… Nerde var nerde yok bir kedi, beyaz süt köpüğü gibi; dört yavrusuna masalı kendinden dersler veriyordu. O karadutlar onlara toptu. Yuvarlıyorlardı patileriyle. Yukarıdaki kiraza dalan karga, kedinin kendisine edeceklerinden dehşete kapılıp korkup kaçtı.

On birinci cümle Gönül DEMİRTAŞ’ın kelimeleri ile dizi dizi dizilip de gelmişti.

“Serüvenler bir varmış, bir yokmuşla başlar,

Açılır önünüze sihirli bir kitap,

Bilinmez içinde ne maceraları var

Döner gizli dolaplar Masal Şatosunda…”

“Masal güzellikleri keşfetmek için yapılan sihirli bir yolculuktur.” O da yol diyordu ama konak koymuştu, bir şato kurmuştu. Kitapsız olmazdı, maceraya soyunmadan, entrikası olmadan olmazdı.

“Masallar gerçek değildir derler! Ne yani Keloğlan’ın tembelliği, Dev Anası’nın kötülüğü, üvey (!) annelerin merhametsizliği, üç kardeşlerin hırsı… Hızır’ın bir anda umutların tükendiği çıktığı anda umut olması, iyi kalpli güzel kızların, yakışıklı oğlanların tertemiz duyguları, gökten düşen elmaların huzuru, sağlığı, umudu getirmesi… Bunların hepsi, hepsi yalan mı? Masallar unuttuğumuz tüm duyguları yeniden yüreğimizde yeşertendir, edebi olarak gerçek değilse de ebediyen gerçek insanlar tarafından anlatılacak olandır.” Bir paragraf yazmıştı Havva AY. Soframıza en lezzetli cümleler; saatler öğleni göstermeden akmıştı.

Madelek olarak tanıdığınız Yakup EFE kısa ve öz bir cümle ile oyunuma gelmiş, şenlendirmişti. “En iyi eğitim metodudur.”

Türkiye’nin farklı farklı şehirlerindendi bu masal lezzetleri. Bazı arkadaşların bahanesi çok güçlüydü, oyunuma katılamadılar, ben de ısrar etmedim. Bu kadar süre içinde ben kendime oyun arkadaşlarını hemen bulduysam hayat elbette yaşanmayı hak ediyordu.

Babamın uzaktan geldiğini annemle görebiliyorduk. Çay sıcaktı. Peynir, yumurta taze. Ekmek yörenin yağlı ekmeği… Zeytin de var. Domates, biber, salatalık, nane ve roka el uzatmalık mesafede… Hangi masaldan kaçıp geldiyse kuş, ben yazıyı dizerken yine masalına döndü. Her cümlesi ile bir oyun, bir güzellik oldu bana. Kediler dutla oynamayı bıraktı, arılar sofrada bala geldi. Ağustos böcekleri masallarını biliyor da “Esas çalışan biziz, hakkımızı yedi karıncalar” der gibi ötmeye devam ediyordu. “Evvel zamanda” yaşanılan güzellikler masalın iyilerine emanet; kötüler ve kötülükler iyice gizlenmiş galiba… Ben bunları yazarken hiç biri yoktu sözle kurulan sofrada. Kim bilir belli mi olur, belki de çocukluğun olduğu yerde kötülük uyumuş ve unutulmuştur.

Mehtap İNAN

Start typing and press Enter to search

Skip to content