MASAL KÜRESİ

Print Friendly, PDF & Email

Ne halde olduğumu bilmiyorum.
Ne halden ne hale geldim.
Ne hallere geldim.
Ne oldu halim.
Ne haldeyim.
Ne olacak halim.

Neyse halim çıksın masalım diyerek masal küremize soruyoruz. Cevap verir mi? Verecek cevabı var mıdır? Vereceği cevaplar doğru mudur? Şahsen ben denedim; cevap veriyor. Verdiği cevaplar doğru oluyor. İnanmadınız mı? Denemesi bedava.

Haydi bir masal okuyun, dinleyin ya da anlatın. Sonra bu soruları masalınıza sorun bakalım; size ne cevaplar verecek…

Hemen denemek isteyenler ve masal aramak istemeyenler için buraya bir tane geleneksel masal bırakıyorum.

“Dere aylar boyunca aktı; kayalıklardan, taşlardan, topraktan aktı. Büyüdü, genişledi, derinleşti; içinde yosunlar yeşerdi, balıklar besledi, yüzüne böcekler kondu. Az gitti, uz gitti, yolu uzadı; çöle ulaştı.

Çöle vardığında durakladı, devam edemedi; bu sonsuz kumların bütün suyunu içtiğini hissetti. Çölün susuzluğunu gideremezdi. Çöl onu bir yudumda içer bitirirdi. Durup beklemekte bir çözüm değildi çünkü durduğu yerde her geçen gün genişleyen bir bataklığa dönüşürdü.

En çaresiz hissettiği anda yüzünde tatlı bir gıdıklanma hissetti; rüzgâr nazikçe eserken dereye gülümsüyordu. Rüzgârın hafifliği ve şarkısının tınısı derenin her damlasını etkiledi. Onun gibi hafif olabilmek, çöllerin üstünden bir nefesle uçarak geçebilmek nasıl da güzel olurdu…

Derenin kendisini hissettiğini fark eden rüzgâr; “Çölü geçmek istiyorsan kollarıma doğru buharlaş, ben taşırım seni” dedi. Buharlaşmak mı? Dere duyduğuna inanamadı, buna cesaret edebilir miydi ki; yatağını nasıl bırakabilirdi, burası onun eseriydi, yatağından vazgeçmek kendinden vazgeçmekti, asla olamazdı.

Ama rüzgâr dereye çölün ötesinde bekleyen dağlardan bahsetti, oralarda özgürce akabilmek vardı, ahhh ne güzel olurdu…

Derenin kalbindeki dürtü giderek güçlendi, kalmaktan vazgeçtiği anda birden hafiflediğini hissetti ve buharlaşıp rüzgârın kollarına sığındı.

Rüzgâr onu taşıyarak çölün üstünden geçirdi. Çok uzaklara götürüp onu bin damlayla bir dağın başına yağdırdı. Dere yağmur damlacıkları halinde havada uçuşup düştü. Tekrar akmaya başladığında içindeki coşku dizginlenemez olmuştu. Kayaların üstünden baş döndüren bir hızla bir kahkaha gibi coşkuyla aktı.”

Zaman içerisinde oluşturduğunuz, zenginleştiğiniz, beslediğiniz yatağınız hangi çöle aktı? Sizi içip yutan, kurutan çöl kimdir veya nedir? Yaşam yolculuğumuzda bizi besleyen kaynaklar olabildiği gibi bizi tüketen, enerjimizi kara delik gibi emen, iliğimizi, kemiğimizi kurutan kişiler, olaylar veya süreçler olabilir. Bazen su gibi akıp giderken önümüz kesilir, kanımız çekilir, can suyumuz kurur. Böyle durumlarda zor olan bu durumu görebilmek ve fark edebilmektir. Çünkü uzun zaman içerisinde çabalayarak oluşturduğumuz dengenin, düzenin bozulmasını istemeyiz, gerçekleri görmek ve yüzleşmek bizleri tedirgin edebilir.

Vazgeçmekten korktuğunuz ama artık sizi tüketen yatağınızdan vazgeçebilir misiniz, kalıp kurumak mı zor olan, buharlaşmak mı, vazgeçip uçmak mı, özgürleşmek mi? Kalmak mı zordur yoksa gitmek mi? Yaşamımızı genellikle bir denge kurmak ve bu dengeyi korumak üzerine şekillendiririz, çabalarız. Dengenin bozulmasından korkarız. Dengeyi bozmamak adına tavizler veririz. Kurulu düzeni bozmak tedirgin edicidir. Ama bazen denge ve dengesizlik düzen ve düzensizlik iç içedir. Girifttir. Alışılagelmiş yaşamımızın düzenini korumak, var olduğunu sandığımız dengemizi bozmamak adına verdiğimiz tavizler yaşam enerjimizi, sevincimizi tüketir hale gelebilir. Eşikten atlamak, makas değiştirmek tahmin ettiğimizden kolay olabilir. Mevcut olandan vazgeçmek henüz başlamadıklarımıza adım atmaktır aynı zamanda. Bırakmak kaybetmek değil kazanmak olabilir.

Etrafınıza dikkatlice bakın; sizi en küçük ve zayıf zerrenize dönüşseniz dahi incitmeden taşıyacak rüzgâr var mı? Onu görebiliyor musunuz fark edebiliyor musunuz? Bizleri kıran, inciten, görmezden gelen, değersizleştiren, bizden beslenen kişiler, süreçler olduğu gibi; bizi koruyan, gözeten, değişim ve dönüşüm cesareti veren, elimizden tutan kişiler ve süreçler de olabilir. Bunları her zaman fark edemeyebiliriz. Etrafımıza tekrar sezgisel ve iç görüyle bakmamız gerekebilir. Gözler kördür bazen. Kalbimizi açmak, hislerimize güvenmek, uzanan eli tutabilmek hem zor hem de kolay olabilir.

Siz kucağınızda nazikçe, sevgiyle ve şefkatle kimi ve neyi taşıyorsunuz? Kimi özgürleştiriyorsunuz; kendisi olmasına, kendisi kalmasına yardım ediyorsunuz? Karşılıksız sevginin varlığıyla, gücüyle ve güzelliğiyle tanıştınız mı? Kendi potansiyelinizin ve varlığınızın farkında mısınız? Kimlerin/kimin hayatına dokunuyorsunuz? Kim veya kimler için, ne için sevginizi, enerjinizi karşılıksız ve koşulsuz olarak vermek sizi mutlu ediyor?

Vazgeçmek, cesaret göstermek, yeniden güvenmek yeniden başlatır mı? Yeniden başlayabilmek neşeli ve coşkulu mudur? Yaşam dolu mudur? Bir ağaç yaprakları kuruyup döküldüğü için üzülmez, vakti geldiğinde ilkbaharda yeniden tomurcuklanabilmek için dökülme zamanı gelenin dökülmesine, gitme zamanı gelenin gitmesine sitem etmez. Toprağa düşen ve toprakta çürüyen meyve korkmaz; tohumundaki özden yeni ve güçlü bir ağaç çıkabilmesi için meyvesinin çürümesini göze alır. Bizler bitmiş, zamanı dolmuş süreçlerimizi kabul edebiliyor muyuz? Gitmesi gerekene git diyebiliyor muyuz? Bitmiş olanı kabul edebiliyor muyuz? Gitmemiz gerektiğinde ilk adımı atabiliyor muyuz? Yoksa içinde bulunduğumuz şartlara tutunup kalıyor muyuz? “Yolcu yolunda gerek” sözü hep başkaları için midir? Konu kendimiz olunca kendi yolculuğumuza çıkabilir miyiz? Kendi yolumuza sahip çıkabilir miyiz? Kendi yolumuzda olmanın özgürlüğünü ve hafifliğini deneyimleyebildik mi?

O halde ne diyelim; bir o haldeyim bir bu haldeyim. Neyse halim çıksın masalım…

Start typing and press Enter to search

Skip to content